İletişim Yayınları’ndan çıkan DG’nin yazarı Murat Başekim, bir huzurevinde hayatını çürüten ve hayallerini yitiren Alaaddin’in istediklerine kısa yoldan ulaşmak için girdiği ‘gizemli’ ve ‘tehlikeli’ maceranın “alacakaranlık” hikayesini yazdı. İlk bölüm bu hafta sizlerle…
Murat Başekim
“...talihin böyle bir lütfuna uğramış bir adamla temas kurmak, kendince de kısmetinin açılacağına yarayacağı gibi garip fikirlere kapılmıştı.”
Şıpsevdi/Hüseyin Rahmi Gürpınar
Alaaddin, kalorifer dairesine giden metal basamakları birer birer inerken, bu kadar huzursuz edici bir yere neden “huzurevi” dendiğini merak etti. Gökyüzüne siyah küller kusan bacası ve yarım yüzyıllık sarı, çatlak duvarlarıyla şehrin unutulmuş bir köşesine çöreklenmiş veremli bir kocakarının kadavrasıydı sanki bu bina. Dış yüzünden bile daha çarpık ve karanlık olan bu “kadın”ın içinde ise Alaaddin, paslanmış kaburgalarından bağırsaklarına doğru iniyordu şimdi. Hayır… Bağırsaklarına değil. “Rahmine” demek daha doğru olurdu. Çünkü orada az sonra bir mucize gerçekleşecek; her tarafı ölüm kokan ve sadece ölümü tanıyan bu hastalıklı binanın en derin yerinden yeni bir yaşam doğacaktı.
O kadar derine inmişti ki Alaaddin, artık her an cehennemin ön kapısı ile karşılaşabileceğini düşünüyordu. Ama zaten son altı yıldır hep cehennemde değil miydi? Korkmamalıydı. Bu iniş, ancak ve ancak cenneti bulması ile sonuçlanacaktı çünkü... Bunu biliyordu. El fenerinin miyop ışığının gösterebildiği kadarı ile burası uzun zaman önce ölmüş insanların, uzun zaman önce unutulmuş eşyaları ile doluydu. Tozdan oluşmuş perdelerinin arkasından Alaaddin'i izleyen eski fotoğraflar, terkedilmiş paslı çaydanlıklar, topal sandalyeler, ölü çiçekleri yutmuş kırık vazolar... Bir de, “huzursuzlukevi”nin bilinçdışını oluşturan bu yeraltı dünyasının ıslak, boğucu ve sarı renkli aroması. Üst katlarda hep hakim olan ucuz kolonya ile karışmış keskin sidik kokusu nedense kalorifer dairesinde çok daha yoğundu. Ayda üç kuruş karşılığı, huzurevindeki yaşlıların altlarını değiştiren, tuvaletlerini temizleyen ve onlardan biri öldüğünde de (ki bu çok sık olurdu) resmi işlemleri yaptıran 26 yaşındaki Alaaddin için bu koku, kaçıp kurtulması gereken her şeyi temsil ediyordu. Hayatının altı yılına hiç çıkmamacasına sinmişti bu koku. Öğleden sonraları tüm işlerini bitirdiğinde; yani Nurullah Amca'nın bezini değiştirme, geceden kirlenen çarşafları yıkayıp iplere asma, tüm tuvaletleri temizleyip paspaslama ve Fehmi Bey'le tavla oynayıp ona yenilme görevleri tamamlandıktan sonra Alaaddin, çayını alıp televizyonun karşısına oturur ve ülkenin en iyi müzik kanalı olan Padişah TV'yi açıp hayallere dalardı. Havada hep asılı duran o kokuyu bile unutarak, geceyarısına kadar gözünü hiç ayırmadan yayınlanan klipleri izler, düşünür ve düşlerdi. Sonra bir günü daha devirip kendi yatağına gittiğinde yine düşünür; ama bu defa öfkelenirdi bu adaletsizliğe. Kendisi bütün hayallerini yitirdiği, bütün fırsatları kaçırdığı ve bütün gençliğini erittiği bu kirli sarı kafeste hapisken, pop denilen o büyülü dünyanın ilahları rüya gibi bir hayat yaşıyor, şöhret, para ve aşklardan oluşan bir cennette hüküm sürüyorlardı.
Alaaddin, iskeletimsi gövdelerden sidikli iç çamaşırları çıkarırken, onlar en güzel kadınların dolgun vücutlarından ipekli iç çamaşırlarını çıkarıyorlardı. Alaaddin ölümden bir önceki bu son durakta vakitlerini tamamlamaya çalışan bir avuç yarı-ceset tarafından sevilip takdir edilirken, onlar ayaklarına kapanmaya hazır milyonlarca genç kız tarafından tapılıyorlardı. Bildiği kadarı ile bunun tek bir adı vardı: Haksızlık. Ayda 800 lira değil, günde 8.000 dolar kazanmak; 98 yaşındaki ninelerin değil, 18 yaşındaki manken kızların yanında olmak ve o hiç gelmeyen, tıkabasa dolu belediye otobüslerine değil, kendisine ait olan üstü açık son model bir Mercedes'e binmek istiyordu Alaaddin. Ne var ki, hayalleri ile arasında huzurevinin sarı duvarları, sinekli camları ve kendi yazgısı dikiliyordu. Bu engellerin tümünü birden aşması ise imkansızdı.
Sonra bir gün o adam geldi. Huzurevinde o güne kadar kalmış herkesten daha yaşlıydı. 104 yaşındaki Nurullah Amca'dan bile. Kırışıklıkların, dalgaları oluşturduğu bir kahverengi lekeler deniziydi derisi. Yine de düzenli olarak, saçında tek tük kalmış birkaç teli tarar ve takım elbisesini giyip pencerenin yanına otururdu her gün. Hiç kimse ile tek kelime konuşmadan. Aralarında sürekli onun yaşını tahmin etmeye çalışıp iddialara giren yaşlıların meraklarını gidermek amacıyla Alaaddin, adamın dosyasına bakmıştı o hafta. Doğum tarihi bilinmiyordu. Mevcut akrabalar kısmı da boştu. Yazan tek şey, bu çok çok yaşlı sessiz adamın adının Cihan Özfağust olduğuydu. Kendilerinden daha yaşlı birinin gelmesiyle birlikte Azrail'in listesinde birkaç sıra gerilediklerini düşünerek keyiflenen diğer yaşlılar, Cihan Bey'i çok iyi karşılamışlardı. Ne var ki, Özfağust, Fehmi Bey'in tavla oynama tekliflerini, Rıfkı Bey'in 'memleket meseleleri' ile ilgili nutuklarını ve hatta Behice Teyze'nin flört girişimlerini karşılıksız bırakıp, garip turkuaz gözleri ile dalgın dalgın dışarıyı seyrederdi hep. Sadece öğleden sonraları, Alaaddin işleri bitirip televizyon karşısına geçtiğinde Cihan Bey ilgisini uzak derinliklerden koparır, düşünceli gözlerini bir ekranda, bir de o ekrana büyülenmisçesine bakan genç adamın üzerinde gezdirirdi. Alaaddin ise bilirdi uzaktan kendi rüyalarının gözetlendiğini. Bu adamın kendisini anladığını anlamıştı. Sonra konuşmaya başladılar. Diğerleri ile tek kelime konuşmayan Özfağust, Alaaddin'i gece yarılarına kadar dinliyordu. Sonra kendisi sabahlara kadar bir şeyler anlatıyordu genç adama. Tarih, astronomi, felsefe, edebiyat, teoloji ve kulak misafiri olmaya çalışan Behice Teyze'nin anlayamadığı nice başka konular… “Onlardan biri olmak için herşeyimi verirdim” demişti Alaaddin, Padişah TV'de starların kliplerini seyrettikleri bir gece. “Her şeyini mi?” diye sormuştu yaşlı adam endişeli gözlerle. “Herşeyimi” demişti Alaaddin. O gece Cihan Özfağust, Alaaddin'e güçlü mevkide olan bir tanıdığından bahsetti. Eğer Alaaddin bunu gerçekten istiyorsa, belli bir ücret karşılığı yardım edebilirdi o kişi. Alaaddin gerçekten istiyordu. Daha sonraki günler boyunca, bu iktidar sahibi kimseye nasıl ulaşması gerektiğini tekrar tekrar anlattı. Son konuşmalarında ise bir hediye verdi Alaaddin'e. Ve huzurevine gelişinin 24. haftasında Cihan Özfağust öldü. Haberin duyulduğu akşam, Behice Teyze de hastalandı ve o birkaç gün boyunca Alaaddin her zamankinden iki kat fazla koşturdu. Ama bu defa şikayetçi değildi.Çok yakında bu cehennemden kurtulacağını bildiğinden, tüm bunları yeni yaşamına geçmeden hemen önceki son eziyetler olarak görüyordu. Artık Padişah TV'yi bile izlemiyordu! Her akşam erkenden yatağına gidiyor ve Cihan Bey'in hediyesini çıkarıp uzun süre inceleyerek, yaşlı adamın kendisine söylediği tarihin gelmesini bekliyor, bekliyordu...
Son basamağı da indikten sonra, Alaaddin dağılmış düşüncelerini geri çağırdı. Bundan sonra geçmişe değil, sadece geleceğe bakmalıydı. En alt kat, sökülmüş eski kapılar, kırık pencere pervazları, paslı borular ve küflü süngerlerden oluşan bir mezarlıktı. Ama Alaaddin buraya sahnede milyonların önüne çıkan bir pop starı edasıyla indi ve eğilerek çürümüş, sessiz izleyicilerini selamladı. Gösteri başlamak üzereydi... Geceyarısına sadece bir saat kalmıştı. Hemen işe koyuldu. Getirmiş olduğu tebeşirle tam ortaya geniş bir çember yaptı. Sonra bunun tam bir yuvarlak olmadığını görünce silip yeniden, ama bu kez daha dikkatli bir biçimde çizdi. Galiba olmuştu. Şimdi en zor kısımdaydı sıra. Sonraki elli dakika boyunca Alaaddin, Özfağust'un bir kağıda çizmiş olduğu düzinelerce küçük işareti, sırasını bozmadan, teker teker çemberin iç kısmına kopyaladı. Tüm dikkatini vermesine rağmen defalarca silip yeniden çizdiği işaretlere o kadar uzun süre bakmıştı ki; artık onları notalara, küçük çöp adamlara benzetiyordu. Geceyarısına iki dakika kala Alaaddin ter içinde doğruldu ve eserine baktı. Anlamsız işaretler ve ürkütücü sembollerden oluşan, acayip bir saate benziyordu yaptığı. Bu kadar önemli bir şahıs bandosuz karşılanmazdı tabii. Zaten Cihan Bey, “Merasim müziği olmadan gelmez” demişti. Alaaddin montunun ceplerine sığdırdığı beş tane el radyosunu çıkardı ve pillerini kontrol ettikten sonra, bunları simetrik olarak çemberin beş köşesine yerleştirdi. Huzurevindeki pek çok yaşlının yegane arkadaşı olan bu küçük radyoları yürütmesi sorun olmamıştı ( ki bunlarin arasında Rıfkı Bey'in “memleket meselelerini”, Behice Teyze'nin ise en son magazin haberlerini dinledikleri radyoları da vardı). Radyoların birini açtı ve Özfağust'un kendisine yazdırmış olduğu frekanslardan ilkini dikkatlice ayarladı. Yüz-numara FM’de genç kızların sevgilisi yakışıklı mega-star Tavus'un yeni hit'i Cayır Cayır çalıyordu : “Gel bana ah seni şeytan… hadi gel bana. Yak beni, kavur beni… Cayır Cayır!”
Alaaddin, şarkıya eşlik etmeyi çok isterdi ama buna vakti yoktu. Hem zaten eğer bu gece işler umduğu gibi giderse, o zaman Tavus'un kendisi, Alaaddin'in şarkılarını ezberleyecekti bundan sonra. Yukarda bir yerlerde patlayan bir gökgümbürtüsü binayı temellerine kadar titretti. Misafiri bir an önce eşikten geçmek için sabırsızlanıyor olmalıydı. Onu bekletmek olmazdı. Hemen ikinci radyoyu da açarak, FM bandının en sonunda yer alan Yürek Radyo’yu kolayca buldu. Burada ise arabeskimizin şahı Subutay, en içli parçasını söylüyordu:
“Sen, sen değilsin artık...
Şeytan görsün yüzünü!”
O anda birkaç saniye süren orta şiddetli bir deprem oldu.
Kalorifer dairesi hafifçe sallandı, kazanlar ürkütücü bir sesle uğuldadılar.
(Kapının ardındaki her kim ise “Tak-Tak” diyordu galiba... “Al beni artık içeri. Tak-Tak...”)
Alaaddin çılgınca bir hızla Sevgi Böğürtlenleri FM, Çok Keyifli Radyo ve Şarz FM’i ayarladı. Böğürtlen FM’de fantezi müziğimizin genç sanatçılarından Küçük Sübyan, Mart ayındaki kedileri hatırlatan ince ses tonu ile güzel bir eseri seslendiriyordu:
“Şeytan diyor ki, kapat eski defterleri,
Aç yeni bir sayfa!”
Her şey tamamdı.Sonuna kadar açılmış radyolardan çıkan sesler şimdi birbirine karışıyor, ortaya tuhaf ritimli, adeta ayinsel niteliğe sahip, kakafonik bir müzik çıkıyordu. Bir deprem daha oldu. Bu defaki çok daha şiddetliydi. Alaaddin sertçe savruldu ve kafasını borulara çarparak yere düştü. Titreyen tavandan sıvalar döküldü. Duvarlar sarsılarak çatırdadı. İğreti yığılmış eski borular tangırdayarak ortalığa saçıldılar. (“TAK-TAK… Bak kim geliyor!”)
Gözlerinin kararmasına aldırmadan emekleyerek çemberin ortasına geçti. Bayılmamalıydı. Eğer onu şimdi çağıramazsa, bir daha asla gelmezdi. Titreyen ellerle Özfağust'un hediyesini kutusundan dikkatlice çıkardı. Mezar böceklerinin zırhlı parlak kabuklarını hatırlatan, kehribar rengi bir gövdeye sahip garip bir cep telefonuydu bu. Ne tanıdık bir tasarıma sahipti, ne de üzerinde herhangi bir marka yazılıydı. Cihan Bey, bu telefonun 60.000 yıl önce Sodom şehrinde yapıldığını söylediğinde bunun doğru olduğunu anlamıştı zaten Alaaddin. Arkada gittikçe tizleşen melez müzik ürkütücü bir çığlık halini alırken, Alaaddin derin bir nefes aldı ve titreyen parmaklarla üç haneli telefon numarasının tuşlarına bastı: “Birinci rakam dünyalar arası koddur, burası ile aşağısı arasında bağlantı kurar; ikincisi, kendilerinin bulunduğu bölgeye daha dogrusu katmana ulaşmanı sağlar; üçüncü rakam ise doğrudan ofisini bağlar Beyefendi’nin. Anladın mı Alaaddin ?”
Karşı tarafın açmasını beklerken, geçen o uzun ve derin sessizlikte, pek çok şey duydu Alaaddin. Fısıltılar, inlemeler, gülüşmeler, alaylar, hiç duymadığı bir dilde söylenen garip ama güzel şarkılar… Birden hattın diğer ucunda telefon açıldı. Alaaddin hiç duraksamadan daha önce defalarca çalışıp ezberlediği sözcükleri tane tane söylemeye başladı:
“Sint mihi dei acherontis propitii.
Igneii, aerii, terreni, aquatici spiritus salvete!
Yitik hayaller taciri, duy beni
Teklifini kabul ediyorum, seni çağırıyorum...
Quid tu moraris?
GEL!”
*** Devamı haftaya***