Kavala: Anlaşılan hâlâ komplo teorilerine ihtiyaç duyuluyor

Sivil toplum alanında çalışmalarıyla bilinen iş insanı Osman Kavala, 1 Kasım 2017’den bu yana Silivri Cezaevi’nde. Bu yedi yılı aşkın süreçte, akla, hukuka, vicdana aykırı yargısal ve toplumsal bir sürecin aktörü haline getirildi. Yeri geldi isnat edilen suçlamalardan beraat etti, yeri geldi tahliye edildiği dosyadan bir kez daha tutuklandı. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bağlayıcı ihlal kararlarına rağmen halen özgürlüğüne kavuşamadı. Hukuk fakültelerinde ders niyetine okutulası bu Kafkaesk dava süreci, eşi Prof. Ayşe Buğra ve Anadolu Kültür Direktörü Asena Günal tarafından “Bir Dava Hikâyesi: Osman Kavala'nın Yedi Yılı” (İletişim Yayınları, Ocak 2025) ismiyle kitaplaştırıldı.

Eylül 2023’te Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet ile Çiğdem Mater, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’ve verilen 18’er yıl hapis cezaları, Yargıtay tarafından onanmıştı. Anayasa Mahkemesi’nin ise Gezi dosyasını önümüzdeki günlerde gündemine alması bekleniyor. Menajer Ayşe Barım’ın Gezi soruşturması kapsamında tutuklanması, bu açıdan manidar görülebilir.

Osman Kavala ile bu söyleşi için Barım’ın gözaltına alınmasından önce iletişime geçmiştik. Kavala’ya göre, Barım’ın Gezi’yi organize ettiği gerekçesiyle tutuklanması “iyi bir işaret” olmadığı gibi, Gezi ile ilgili normalleşmeyi de zorlaştırıyor.

Bir yeni yıla daha cezaevinde girmek zorunda bırakıldınız. Nasılsınız?

Sağlık durumum iyi. Sanırım depresyon gibi bir durum söz konusu değil. Moralim yerinde. Ancak hayatı aktif yaşayabileceğim dönemin önemli kısmını hapiste geçiriyor olmak, eşimle, ailemle, dostlarımla paylaşabileceğim zamanın kısalıyor olması beni rahatsız ediyor. 

Sizin için yasalarda tanımlanmış olanın dışında bir casusluk suçunun kurgulandığını ifade etmiştiniz. Bu kurgu daha ileriye götürülerek senaryoya dönüştürüldü ve TRT tarafından “Metamorfoz” adıyla dizisi yapıldı. Rıza Türmen’in deyişiyle, Cumhuriyet tarihinde yargı süreci sürerken yargılanan kişiyi kamuoyunda kötülemek için dizi yapılması bir ilk. “Bu filmle AKP iktidarı neyi amaçlıyor” da Türmen’in sorularından biri. Sizin bu soruya cevabınız ne olur?

Bireyin haklarını, korunması gereken temel değer olarak görmeyen otoriter hukuk anlayışına göre, sakıncalı görülen kişilerin cezalandırılması için onların suç sayılan bir faaliyette bulunmuş olmaları gerekmez. Yargıcın o kişinin suç işleme niyeti taşıdığı, suç işleyebileceği konusunda kanaate varması yeterli olur. Böyle davranan yargı mensupları da kararlarını vicdani kanaatlerine göre verdiklerini ifade ediyorlar ancak vicdani kanaatlerinin oluşmasında belirleyici unsur olan insan hakları ile ilgili değerler değil, ideolojik perspektifleri oluyor. Tabii bu tür kanaatler iktidarın tercihleriyle, öncelikleriyle uyumlu oluyor. 

Ülkemizde olduğu gibi, bağımsız kamu görevlilerinin ve kamuoyunu etkileme gücü olan muhalefetin var olduğu ülkelerde bu tür düşman hukukunun uygulanabilmesi, delil olmadan cezalandırmaların yapılabilmesi için, söz konusu kişinin sakıncalı faaliyetlerde bulunduğuna dair algı yaratılmasına da ihtiyaç duyuluyor. Dizinin bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum. Kamuoyunda algı yaratarak keyfî cezalandırmaların yürütülmesi yargıda ve siyasette yaygın bir davranış haline geldi. 
Osman Kavala ve Ayşe Buğra Silivri Cezaevi'nde
Türkiye’de ceza kanununda yer alan casusluk suçunun kapsamını genişletmek üzere sunulan “etki ajanlığı” düzenlemesi Kasım ayında ikinci kez geri çekildi. Düzenlemenin yeniden gündeme gelmesi ve bu kez yürürlüğe gelmesi durumunda nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalınır?

Gezi iddianamesinin girişinde benim etki ajanlığı yaptığım iddia ediliyordu. İlk Gezi davasının beraat kararlarıyla sonuçlanmasından sonra beni cezaevinde tutmak için kullanılan 15 Temmuz darbe girişimini organize etmek ve casusluk suçlamasını içeren ikinci iddianamede etki ajanlığı kavramı daha merkezî bir konumdaydı. İddianameyi hazırlayanlar, yasalardaki casusluk suçuyla ilgili tanımların yeterli olmadığını, tarif ettikleri etki ajanlığı faaliyetinin de casusluk sayılması gerektiğini iddia ettiler. Bu, keyfî cezalandırmanın, düşman hukuku uygulamasının normalleşmesine önemli ölçüde katkı sağlayabilecek bir girişim, ceza yasalarına önemli bir müdahale.

İddianamede, “Kavala’nın ayrıştırıcı faaliyetlerinde Kürt ve Ermeni kökenli vatandaşlarımızı hedef aldığı anlaşılmıştır” ifadesi yer almıştı. Bir söyleşinizde “Kürt ve Ermeni yurttaşlarımızın yaşadıkları sorunların sanat yoluyla ifade edilmesinin devletle bağlarını zayıflattığı iddiası ideolojik bir bakış açısını yansıtıyor” demiş, kültürel faaliyetlerin ancak demokrasi dışı rejimlerde istihbarat amaçlı faaliyetler olarak görülebileceğinden bahsetmiştiniz. Anadolu Kültür’ün yürüttüğü kültürel faaliyetlerin devlet aklındaki “bölünme korkusu”nu tetiklemesi sizi ne kadar şaşırttı?

Ben Anadolu Kültür’ün yürüttüğü faaliyetlerin gerçekten bölünme korkusunu tetiklediğini sanmıyorum. Ermeni yurttaşlar mı ülkeyi bölecek? Kürtler nezdinde ayrışmayı tetikleyen faktörlerin, girişimlerin, faaliyetlerin neler olduğunu da güvenlik yetkilileri gayet iyi bilirler. Anadolu Kültür yirmi iki yıldır faaliyetlerini sürdürüyor, hiçbir ciddi sorun yaşamadık. Bu ifadeler gerçek bir endişeyi yansıtmıyor. Bunlar düşman hukuku uygulamasını haklı göstermek için kurgulanmış iddialar. 

Tutukluluğunuzun seçim sürecinde düşman odaklı bir siyasi söylemin kurulmasına hizmet ettiğini düşündüğünüzü söylemiştiniz. Tutukluluğunuzun süregelmesi, Ocak 2025 itibari ile Türkiye’deki siyasi konjonktür hakkında ne söylüyor?

Düşman odaklı siyasi söylem Gezi protestolarını kriminalize etmek için kullanıldı. Daha sonra bazı kitlesel protestolar da bu şekilde yaftalanarak Gezi’ye benzetildi. Kitlesel protestoların meşru bir hak olarak görüldüğü, ihtilaflı konularda uzlaşma arandığı bir siyasi yaklaşım, siyasi ortam maalesef mevcut değil. Muhalefetteki siyasetçilerin, belediye başkanlarının tutuklanması ve kayyım uygulamaları ciddi rahatsızlık ve tepki yaratıyor. Ayşe Barım’ın Gezi’yi organize ettiği gerekçesiyle tutuklanması da iyi bir işaret değil. Bu durum Gezi ile ilgili normalleşmeyi zorlaştırıyor. Anlaşılan hâlâ komplo teorileri kullanılmasına ihtiyaç duyuluyor. 
Tutuklu olduğunuz günden bu yana aralıklarla kaleme aldığınız basın açıklamalarını okuyoruz. Yazılarınızdaki ton ilk günden bu yana hiç değişmedi. Yine de geçen zaman içinde en çok hangi duygunun ağır bastığını hissediyorsunuz?

Ülkemde demokrasi açısından bağımsız ya da özerk çalışmaları gerekli olan, yargıdan akademiye kadar birçok kurumun siyasetin etkisi altında kalması beni endişelendiriyor. Ancak, öbür taraftan umudumu canlı tutmamı sağlayan ülkemizde demokrasi yanlısı köklü bir siyasi geleneğin, toplumsal iradenin var olması. Endişe ve umut birbirlerini gölgelemiyor, birbirlerinin alanlarını işgal etmeden birlikte var oluyorlar. 

Hem Ermeni hem de Türkiye toplumu için yeri doldurulması zor iki değeri, Nazar Büyüm ve Yetvart Tomasyan’ı peş peşe kaybettik. Büyüm’ü Ana Britannica’nın yayınlanması için kurulan ortaklık vesilesiyle yakından tanıdığınızı biliyoruz. Büyüm ve Tomasyan’la mesainiz nasıl olmuştu?

Nazar Büyüm’le uzun süren bir ortaklığımız ve yakın dostluğumuz oldu, bunu Agos’ta yayınlanan yazımda anlatmıştım. Sevgili Yetvart Tomasyan’la da ortak bir proje gerçekleştirmiştik. Onu da tam manasıyla idealist, özveriyle çalışan, hayat dolu, enerjisini yanındakilere de aktaran çok birikimli bir kültür insanı olarak tanıyorum. Her ikisiyle de dost olmak, birlikte çalışmak bana çok şey kazandırdı. 

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Türkiye Delegasyonu Başkanı ve AKP Milletvekili Tuğrul Türkeş, Ağustos ayında sizi cezaevinde ziyaret etti. Türkeş’in davanızdaki hukuksuzluklara dikkat çekmedeki ısrarını nasıl görüyorsunuz? Türkeş yargılanmanızla ilgili olarak, “Konunun iç hukuk ile çözülmesi ihtimali mi bazı çevreleri rahatsız ediyor” diye sormuştu. Osman Kavala’nın adil yargılanması hangi çevreleri ve neden rahatsız ediyor olabilir?

Tuğrul Türkeş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bağlı olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Türkiye heyetine başkanlık ediyor. İktidardaki partinin milletvekili. Bu nedenle AİHM kararlarının uygulanmaması, bu kararın uygulanmasını denetleyen Bakanlar Komitesi’nin çabalarının sonuçsuz kalmasının yarattığı sorunları ilk elden gözlemleyen, eleştirilere, taleplere muhatap olan bir siyasetçi. Cezaevi ziyareti sırasında son derece samimi bir görüşmemiz oldu. Düşüncelerimi kendisiyle paylaştım. Partisinin ve hükümetin hukuk ve demokrasi ilkeleriyle uyumlu bir siyaset yürütmesini arzuluyor, rotanın bu yöne çevrilmesi için gayret gösteriyor. Ancak ne kadar etkili olabildiği, bu kaygıların partisinde ve hükümette ne kadar paylaşıldığı bir soru işareti. 

“Bir Dava Hikâyesi” kitabının yayımlandığı 10 Ocak günü, Hrant Dink davasında iki ayrı dosyada karar çıktı. Yedi yılı aşkın süredir tutuklu bulunan ve AİHM kararlarına rağmen tahliye edilmeyen Osman Kavala, Dink davasında yıllardır bulunamayan adalet için ne düşünüyor?

Hrant Dink cinayeti kanaatimce çok katmanlı bir eylem. Bu cinayette 1915’te Ermenilere karşı işlenen ve hâlâ yüzleşilmemiş suçların, sonrasında da Ermenilere yönelik ayrımcı politikaların ve davranışların yankılandığını da görebiliyoruz. Yargının siyasetin etkisi altında kaldığı, insan hayatına, insan haklarına değer vermeyen otoriter anlayışların kamusal alanda güçlü olduğu günümüz ortamında bu, aydınlatılması kolay olmayacak bir suikast. Tam da bu nedenle unutturulmaması, tüm yanlarıyla anlaşılması için mücadele son derece önemli. Hrant’ın arkadaşlarının düzenledikleri anma toplantıları, Hrant Dink Vakfı’nın etkinlikleri bu önemli kamusal görevi yerine getiriyor.

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında