Boyacıköy Kilisesi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Sayat Nova Korosu’nun üyeleri ve kilise yönetimi olarak kilisenin tarihi orgunu tamir etmeye giriştik bir süre önce. Orgu tam 52 yıl önce satın almıştık ve 20 yıldır atıl halde kilisenin deposunda duruyordu. Ancak bu orgu tamir etmemizin ilginç bir hikâyesi var. Yazar Sepin Sinanlıoğlu’nun ‘Hoyrat’ adlı romanı bize ilham verdi. O romanda dağılmış bir ailenin ortak mirası olan tarihi bir orgdan bahsediliyordu. Orgu tamir edenler de romanın kahramanları arasındaydı. Buradan aldığım ilhamla yazar Sinanlıoğlu ile iletişime geçtim, o da bize org tamircileri bulma konusunda yardımcı oldu. Sonuçta o tarihi orgu tamir ettik. Ancak bize ilham veren Sepin Sinanlıoğlu’nu unutamazdım:
Romandaki tüm ayrıntılar sanki önceden bildiğim bir yapının baştan inşası, ya da sökümünü çağrıştırdı. Bu durum sadece karakterlerle sınırlı değil üstelik. Mekânlar, hatta nesnelerin dahi tanıdık olduğu bir dünyadaydım. Bunca paralellikten sonra yazarla tanışmamak, söyleşmemek ciddi bir boşluk oluşturacaktı. Tanıştık, söyleştik, 130 yıllık geçmişi olan bir kilise orgunun yeniden hayat bulması serüvenine giriştik ve tüm bunları da Agos okurlarıyla paylaşmak istedim. P.E.
Kitap boyunca oluşturduğunuz karakterler benim için son derece somut imgelere dönüştü. Hatta bazen ‘Rahip Tatul’ gibi tanıdığım isimlerle karşılaştım. Karakterleri hangi gözlemlerle şekillendirdiniz?
Dâhil edilmemek, üzerine çok düşündüğüm bir mefhum. Dâhil edilmemeyi, dışarıda bırakılmayı anlamaya, anlamlandırmaya, bireysel ve içtimai olarak ayrıştırmaya ve birleştirmeye çalışıyorum. ‘Hoyrat’ta Ermeni bir aile hikâyesi var. Ben Ermeni değilim. Fakat tabii ki etnik kökenden bağımsız olarak belli kapana kısılmışlıklar, otorite ile ilişki, yerleşme ve gitme gibi, azınlık sözcüğünü hiç sevmesem de kullanıyorum burada, azınlıklara dair meselelerde mütevazı bir birliktelik, ortaklık hissediyorum.
Hülasa ‘Hoyrat’ın karakterlerinin iç dünyalarına dair gözlemlerim kendi içimden de geliyor. Ermeni olmamama rağmen, bu birliktelikten, bu yürekdaşlıktan.
Ermeni olmadan Ermeni hikâyesi anlatmanın hakkını verebilmek, maddi hata yapmamak için tabii ki çok okudum, dinledim, izledim. Resmî tarihin bize anlattıklarındansa o dönemin insanlarının anlattıklarına kulak kesilmeye ve de müziklerini dinlemeye inanıyorum, bu sefer de öyle yaptım. Aile hikâyeleri ve müzik çok şey söylüyor bana hep, tarihi müzikten dinlemek de mümkün benim için. Çok dinledim, çok okudum, izledim, araştırdım, Ermeni ailelerle görüştüm.
İsimlere gelirsek de Hoyrat’taki karakter isimlerinin bende ayrı hikâyeleri var. Mesela Maral, lisede yediğim içtiğim ayrı gitmeyen Ermeni bir arkadaşımın adı, hâlâ da çok yakınız, annesi Vartuhi Abla’yla haberleşiriz, Maral Türkiye’ye geldiğinde mutlaka görüşürüz. Onun adı, yani Maral romanda olsun istedim. Maral’ın isminin ihtida etmiş bir Ermeni aile için de uygun olduğunu düşündüm.
Sayfalar arasında Galata’dan, Şişli’den başlayarak Tatvan’a, Bitlis’e, Midilli Adası’na ve Kınalıada’ya uzanan bir coğrafyada gezintiye çıktık. Tüm bu beldelere dair gözlemleriniz neye dayanıyor?
Hikâye bu yolculuğu gerektirdi. Miran’ın babası ve anne tarafından dedesi İstanbullu, anneannesi Bitlisli. Ben de Miran’la birlikte hikâyenin gerektirdiği yerlerde gezindim durdum.
Yazdığım yerler hakkında çok araştırma yaptım. Gittim, gördüm, izledim, çok okudum. Bunlar ‘Hoyrat’ı yazmanın en keyifli dönemleriydi. İstanbul’a gelirsek de İstanbulluyum ve İstanbul’a çok hayranım, çok seviyorum İstanbul’u. Sahaflardan İstanbul fotoğrafları, kitapları ve seyahatnameler topluyorum. İstanbul anlatılarını çok seviyorum, yazdığım her şeyde İstanbul da olacaktır, yani ben böyle olsun isterim.
Mesela Kınalıada’daki konağı yazmadan önce yeniden adaya gittim, konağın karşısına yere oturdum, tam da Miran’ın durduğu yere, karşımda gördüğüme baktım da baktım. O evi hayal gücümle harmanladım ve Miran’ın dedesinin ve anneannesinin evi içimden öyle çıktı. Sonra sokaklarda dolaştım. Manastır Tepesi’ne çıktım, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’ne gittim, kilisede banttan bir ilahi çalıyordu, kimseler yoktu, kilisenin içine girdim, ilahiyi dinledim. Sonra mezarlığa gittim, mezarlıkta ağaçların altında, sessizlikte oturdum kaldım. Bu şekilde çalışmak bana iyi geliyor ve keyif veriyor.
Türkiye’de yaşayan Ermeniler arasında özellikle kimlik arayışı konusu oldukça güncel. Romanın kahramanı Miran da varlığını bildiği ama izini kaybettiği akrabalarıyla buluşuyor. Roman örgüsünde bu güncel temayı işlemenizin sırrı ne?
Kimlik, ferdi ve toplumsal olarak neye tekabül ediyor anlamak istiyorum, merak ediyorum. Kimlik arayışı ve inşası da hepimiz için hayat boyu bitmeyecek bir mesai. Geçmişi es geçip onu bugünün harcıyla inşa etmeye çalışıyoruz, tutmuyor. Ben buraya nasıl geldim? sorusuna cevap vermeden ben oraya nasıl giderim sorusunun çocukça bir tutturma olduğuna inanıyorum, tarih ve geçmiş, kimlik arayışının başlangıç noktası.
Tarihin önemli bir kısmı benim için aile hikâyelerinin eş zamanlı olarak bir spiral içinde dizilip entegrasyonu ve ayrıştırması. Miran’ın harmonyumun (orgun) peşinden giderken geçmişine dönüp anneannesinin gizlenmiş hikâyesiyle karşılaşması mesela, bu bana göre bilhassa Türkiye tarihini yazması gereken asıl unsurlardan aile hikâyelerinin hem ferdi hem içtimai kimlik inşası için kendini açık etmesi. Bitlis’te figüratif olarak suyun başında bendir ve duduk çalan Saroyan’ın belirmesi de benim için bu kimlik arayışının bir yapı taşıydı.
Şimdi düşününce Hrant Dink ve Saroyan atıfları metinle benim aramda bir sır gibi oldu, böyle olması ayrıca hoşuma gidiyor.
Romanın ayrıntılı anlatısı kitaba sinematografik bir efekt sağlıyor. Satırlar gözümüzün önünde adeta canlanıyor gibi bir izlenime kapıldım. Metni senaryoya uyarlamayı düşünüyor musunuz?
Ben iç dünyaya sözcüklerle direkt erişim üzerinden kurmaca yazıyorum. Senaryo gibi bunun mümkün olmadığı formatta yazmanın zorluğunu tahayyül bile edemiyorum. Ama bunu işin erbabı birileri ‘Hoyrat’ için yapsa tabii ki çok mutlu olurum. Benim için metnimin ehil cerrahların elinde böyle bir operasyon geçirmesi müthiş bir tecrübe olur, yepyeni bir şey öğrenirim, daha ne isterim?
Miran ve Leyla’nın tutkulu aşkı kariyer kaygısıyla kesintiye uğruyor. Bunun günümüz gençliğinde yaygın karşılaşılan bir durum olduğunu düşünürsek bu konuda bir mesajınız olur mu?
Aşka çelme takabilecek tek şey çocukluktur benim gözümde. ‘Hoyrat’ta da olan o aslında. Leyla’nın New York kararı da çocukluğuyla alakalı, Miran’ın İstanbul-New York arasındaki mesafeyle hissettiği yalnızlık ve arkasından olanlar da. Henüz ‘Hoyrat’ı okumamış olanlar için daha fazla spoiler vermeyeyim.
Çocukluk hem çok güzel hem de çok tehlikeli bir şey. Daha doğrusu tehlikeli olan çocukluk değil de, çocuklukta mühürlenmiş ve kalıplaşmış döngülerden, o girdaptan çıkamamak. Paçayı girdaptan kurtaramazsan yetişkinliğin sekteye uğruyor, aslında sekteye uğramak da değil, düpedüz yetişkin olamıyorsun. Çocukluk böyle bir şey işte, cennet ve cehennem bir arada. Çocukluğunun sana ne ettiğini, seni nerelere hapsettiğini görmeye, ısrarla razıysan cennet, çocukluğunu ve sana ettiklerini görmeden devam etmeye çalışırsan da cehennem, yangın yeri.
Bir yandan zor bu tarif ettiğim, ha deyince olmuyor. Çocukluktan yetişkinliğe cenneti yeniden inşa ederken çok destek gerekiyor ve çok ve katıksız sevgi. Aşk burada devreye giriyor, aşk bunun kısa yolu, acılı bir yol ama kısa yol, kestirme.
Aşk bu kadar kudretliyken, bizi mahkûmiyetten kurtarmaya muktedirken, özgürlüğün kapısı iken aşka hoyrat davranılmasını günah olarak görüyorum. Sanırım çoğumuz hayatımızı bu günahı işleyerek harcıyor, kendimize yazık ediyoruz.