Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Çocuklar sıkılmış görünüyorlardı, hatta sahne sırası beklemenin verdiği endişe yansımıştı yüzlerine. Ahırkapı’daki salon tıklım tıklımdı. Şenlikleri izlemeye gelmiş Roman ailelerle, çeşit çeşit geleneksel kıyafetler giymiş, sahneye çıkmayı beklerken vakit geçirmeye çalışan çocuklarla doluydu ortalık. 2011 yılının Hıdırellez’iydi. Bir önceki yıl olduğu gibi, etkinlikleri fotoğraflamak için yine sahildeki parka gitmiş, bomboş bir alanla karşılaşmıştım. O hayal kırıklığıyla eve dönmek için tren istasyonuna giderken, yakında bir yerlerden Balkan havaları geldi kulağıma. Mahalle sakinlerinin dışarıda kutlama yaptıklarını düşünerek sesleri takip etmeye başladım ama sokaklarda in cin top oynuyordu. Neden sonra, müziğin, kapısı olmayan devasa bir girişten geldiğini fark ettim. Dışarıdan şöyle bir bakıp salona girdim. Aslında salondan ziyade devasa bir otoparka benziyordu girdiğim alan. Eğreti bir sahnede birkaç müzisyen bir şeyler çalıyor, bir çocuk dans grubu da neşeyle onlara eşlik ediyordu. Hıdırellez kutlamasını izlemek için koca bir yıl daha beklemek zorunda kalmayacağım için ben de sevinçliydim. Hemen pes etmemiş, bu sayede, küçük de olsa benzer bir kutlama bulmuştum işte!
Çocuk her zaman çocuktur. Yetişkinler bu tür etkinliklerde programın hep gerisine düşer, çocukları saatlerce bekletirler. Böyle olunca, küçüklerdeki sahneye çıkma heyecanı yerini sabırsızlığa ve can sıkıntısına bırakır. İşin doğrusu, yaşadığımız ülkelerdeki öğretmenlerin ve yöneticilerin bu konudaki derdini anlamış değilim. Resmî bir etkinlik, bir tören, bir kutlama olacağında, çocukları etkinlik yerine ille saatler öncesinden götürme saplantısı nedendir? Neyse ki çocuklar, her halükârda, sahne sıraları gelene kadar, kâh dedikodu ederek, kâh birbirleriyle sırlarını paylaşarak, yaramazlık yaparak, küçük oyunlar oynayarak, vakit geçirmenin bir yolunu bulurlar.
Kamışlı’da geçen çocukluğumdan itibaren ben de sayısız kez yaşamışımdır bunu. Erkek izci takımı olarak katıldığımız geçit törenlerinde, bir hükümet yetkilisi gelecek diye bizi okulun önüne dizdiklerinde, yılsonu müsamerelerinde hep aynı şey olurdu. Öğleden sonra yapılacak bir tören için bizi sabahın köründe alıp sıraya sokarlardı. Okul üniformalarımızla, kavurucu yaz güneşinin altında saatlerce beklerdik. Anaokulu mezuniyetimde de öyle olmuştu. Bizi durmadan azarlayan öğretmenimizin gözetiminde haftalarca prova yaparak hazırlandığımız dans gösterisini sahnelemek için o kadar çok beklemiştik ki, o saate kadar vakit geçsin diye ortalıkta koşturup yaramazlık yaptığımızdan, sahneye bitap hâlde çıkmıştık. O gün çekilmiş bir fotoğrafım hâlâ durur – altımda siyah şalvar, üstümde beyaz gömlek, başımda beyaz poşu, elimde diploma... Beklemenin verdiği yorgunluktan olsa gerek, fotoğrafta pek mutlu görünmem. Sahnede bir Arapça şarkı eşliğinde dans etmiştik, sınıfça. Her yıl olduğu gibi o yıl da gösterilere Aram Dikran ve grubu eşlik etmişti.
Aram aile dostumuzdu; hepimiz Diyarbakırlıydık ne de olsa. Çocukken onu, özellikle de yüzünden hiç eksilmeyen tatlı tebessümünü çok severdim. Cümbüşünden ise pek hoşlanmazdım, mandolin ve gitarın yanında çok sıkıcı gelirdi bu enstrüman bana. Ama tabii, o ve grubu müthişti. Aram o zamanlar Kamışlı’da adeta bir stardı. Onun Ermenice ve Kürtçe şarkılarına herkes bayılırdı. Hele ‘Şev Çû’ ve ‘Ay Dil Dilo’, çıktıkları yıl öyle popüler olmuşlardı ki... Belki de yanılıyorumdur, iki şarkı aynı zamanlarda çıkmamıştır ama ben ikisini ilk olarak aynı yıl dinlemiştim. Herkes onları söylüyordu, makaralı teyplerde onlar çalınıyordu. Biz çocuklar da çok sevmiştik iki şarkıyı; oyun oynarken, okuldan eve yürürken, hep onları söylüyorduk. En iyi arkadaşım ve kuzenim Dzovig’le kim bilir kaç kez söylemişizdir ‘Ay Dil Dilo’yu. Sözlerini bilmez, defalarca dinlemekten kulaklarımıza kazınan sesleri, kelimeleri taklit ederdik. ‘Ay Dil Dilo’nu ezgisi ‘Şev Çû’nunkinden daha akıcı olduğu için onu daha çok severdik. Kanada’ya göç ettikten sonra bunlar bizim için hasretin şarkıları oldu. Kamışlılı diğer ailelerle ne zaman bir araya gelinse, memlekete ve geçmiş güzel günlere dair hikâyeler anlatılırdı. Bazen, misafir ettiğimiz ailenin oğullarından biri o iki şarkıyı art arda söylerdi. Sesi güzeldi, Kürtçe de biliyordu. Göçmen olarak geldiğimiz soğuk dünyada, Aram’ın şarkıları yüreklerimizi ısıtırdı. Cümbüşü de nihayet sevmiştim, çünkü çok sevdiğim Kamışlı’dan çok uzaklarda, ruhuma işliyordu artık.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz