Anavatanı bir kez daha kaybetmek

Azerbaycan’ın 19 Eylül’de Karabağ’a yönelik gerçekleştirdiği saldırıdan sonra, bir hafta içinde 100 bin Ermeni, evlerini bırakarak sadece birkaç parça eşya ile Ermenistan’a sığındı. Sığınmacıların bir kısmının Ermenistan’da gidecek adresleri vardı. Ancak önemli bir bölümü evsiz, barksız ve geleceksiz bir durumda buldular kendilerini. Agos’tan Pakrat Estukyan ve Berge Arabian bir hafta boyunca Ermenistan’ı baştan başa gezdiler, sığınmacılarla, sivil toplum örgütleriyle görüştüler. Estukyan’ın izlenimleri ve Arabian’ın fotoğraflarını bir yazı dizisi olarak yayınlıyoruz. Bu hafta Ermenistan gezisindeki ikinci günden röportajlar ve izlenimler var.

Karabağ Cumhuriyeti’nden zorla göç edilenlerle görüşmeler yaptığımız üçüncü gündeyiz. Sabah kahvaltısından sonra Ermenistanlı iş insanı dostumuz Ardak’la yola çıkıyoruz. Ardak, Ermenistan’da mobilya, mutfak gereçleri ve endüstriyel ürünler üreten bir kuruluşun yöneticilerinden. Çalıştığı firma, Karabağ’dan göçen Ermenilere yardım seferberliğinde oldukça aktif.

Bir gün önce ziyaret ettiğimiz Goris şehrine kıyasla bugünkü çalışma alanımız olan Ardaşad, başkent Yerevan’a oldukça yakın bir mesafede. Doğruca belediye binasına gidiyoruz. Burada bizi Armen Bey karışılıyor. Tanışır tanışmaz işinin başından aşkın olduğunu gözlemliyoruz. Cep telefonu hiç susmuyor ve o sürekli birilerine yapmaları gerekenleri anlatmakla meşgul. Bu kargaşa içinde bir yandan da bize önemli açıklamalarda bulunuyor. Armen’in anlatımından öğreniyoruz ki Ardaşad Belediyesi’nin sorumluluk alanında 1208 aile var ve onların toplam nüfusu da 5300’e ulaşıyor. Bu sayının tamamı geçici konaklama merkezlerine yerleştirilmiş durumda. Okul çağındaki çocukların hepsi eğitimlerine bölgedeki okullarda devam ediyorlar. Her gün üç öğün olmak üzere yemek dağıtımı yapılıyor. Şehirde yaşayanlar şahsen gelerek kumanyalarını imza karşılığı alırken, köylerde yaşayanlara kumanyaları araçlarla gönderilip muhtarlar eliyle dağıtılıyor.

Yüzlere sinen yorgunluk

Armen bu açıklamaları yaparken bir yandan da insanlar o günkü kumanyalarını almak üzere belediyelere gelmeye başlamışlardı bile. Böylece insanlarla doğrudan temas etme imkânı da bulduk. Yaşlı bir çift sessizce gelip önce kumanya poşetlerini aldılar, arkasından da isim listelerinde kendi adlarını bulup boş kutucuğa imza attılar. İçinde bulundukları koşulları kabullenmiş gibiydiler. Fazlasını istemeye niyetleri olmadığı gibi, elde etmek için çabalamaya takatleri de yoktu. Gururlarını zedelemekten korkarak fazla soru sormaya çekindik. Sorularımız usandırıcı olabilirdi bu yaşlı insanlar için. Fakat onlar yine de büyük bir içtenlikle kendilerine gösterilen yaklaşıma şükranlarını ifade ettiler. Kim bilir belki de uzak ellerde yakınları hatta evlatları olsun. Bu konuları açmak hiç istemedim. Yüzlerine sinen yorgunluk zaten çok şey söylüyordu.

Ardından Lernig’le tanıştık. 41 yaşında, gücü yerinde, yapılı bir adam. Kaynak ustasıymış. Onun da yüzündeki keder yaşından daha büyük görünmesine yol açıyordu. Sonrasında hikâyesini içtenlikle anlattı: “Büyük abim, iki oğluyla birlikte benzinlikteki patlamada kayboldular. Ortanca abim ve oğlu da oradaydı. Onu yanıklar içinde bulduk ve Kızılhaç ambulansıyla Yerevan’daki yanık merkezine naklettik. Ne yazık ki tüm çabalara rağmen onu da yaşatmak mümkün olmadı. Aynı şekilde oğlundan da bugüne kadar bir haber alabilmiş değiliz.”

Lernig’in de en büyük kaygısı ailesiyle yaşayabileceği bir konut temin etmek. Ancak o sorunu çözdükten sonra iş aramaya başlayacak.

Armen, belediye bünyesinde 2000’in üzerinde istihdam alanı olduğunu ancak bütün mültecilerin önceliklerini ev temin etmeye yönelttiğini söylüyor.

Yine tanık olduğumuz bir söyleşide, Nbaraşen bölgesinde en az iki ailenin yaşayabileceği genişlikte bir köy evinden bahsedildi ancak mülteciler Azerbaycan sınırına yakın olduğu için bu bölgeye gitmeye niyetli değiller. Biz bu söyleşileri yaparken Ardak’ın çalıştığı firmadan bir kamyon bir dolu yatak ve genel olarak ‘uyku seti’ diye tanımlanan malzemeyle yüklenmiş halde belediye parkına girdi. Ardak, en çok ihtiyaç duyulanın karyola, hazır yatak ve yatak gereçleri olduğunu vurguluyor: “Biz bir hayli karyola da temin ettik ama ihtiyaç devam ediyor. Bunlar kendi üretimlerimiz ve peyderpey ulaştırmayı sürdürüyoruz.”

Ardak’ın bu sözlerinin tanıklığını ise az sonra ziyaret edeceğimiz anaokulunda görecektik.

Hava yağmurluydu ve anaokulundaki çocuklar bahçedeki salıncak, kaydırak vb. oyun gereçlerinden yararlanamıyorlardı. Bu durumda 5-10 yaş arası çocukların mutlu çığlıkları okulun koridorlarında karşıladı bizi. Yine yardım malzemesi olarak temin edildiği anlaşılan Scooter’larla koridorlarda yarışıyorlar, sık sık da çarpışarak yere yuvarlanıyorlardı. Bu düşmelerde kimsenin yaralandığı pek yoktu ama yine de veliler dikkatli olmaları konusunda çocukları uyarıyorlardı. Çocukların oyunlarını seyrettikçe hepimizin yüzünde bir gülümseme belirdi. Berge büyük bir coşkuyla çocukları peş peşe fotoğraflamakla meşguldü. Çocukların oyun alanını aşıp sınıflardan birine girdiğimizde, biraz önceki tebessüm, yerini hüzne bıraktı. Bu sınıfta üç aile oluşturan 18 kişi yaşıyordu. Farklı aileler olmakla birlikte, hepsi de yakın akraba olan bu mülteciler yersizlik, yurtsuzluk veya göçebelik hallerinden her ne anlaşılırsa tam da onu yansıtan bir durumdaydılar. Yeterince havalanamayan bu odaya ağır bir koku hâkimdi. Kadınlar sürekli hareket halindeyken, aralarında yaşı geçkince biri uzandığı yataktan kalkamamıştı. Biraz sonra onun hasta olduğunu ve ciddi bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu öğrenecektik. Belli ki işler hiçbir zaman tam da olması gerektiği gibi yürümüyordu.

Dediğim gibi, kadınlar çoğunluktaydı ve her birinin anlatacak sayısız hikâyesi vardı. Burada da kapıyı kilitleyip anahtarı cebine koyarak dışarı çıkma öyküleri kadar tam tersine kırmasınlar diye kapıyı açık bırakma hikâyeleri dinledik. Burada bir anlamda öngörebildiğimiz veya tahmin edebildiğimiz manzaralarla karşılaşmıştık. İnsan böylesi durumlarda ister istemez tarihin eski sayfalarını anımsıyor. Yıllar öncesiydi, ve Kumkapı’nın ara sokaklarında bir iş hanının bilmem kaçıncı katında gittiğimiz bir ‘gözaydın’ ziyaretini anımsadım. İş bulma umuduyla İstanbul’a gelen ancak bir türlü bir iş bulamayan bir baba-oğulun hikâyesiydi. Kendileri buradayken oğul, eşinin doğum yaptığı haberini almıştı. Bu mutlu olayı kutlamak için her odasında farklı ülkelerden mültecilerin yaşadığı iş hanından bozma apartmanı ziyaret ettik. Kimse eli boş gelmemişti. Kimisi bir kutu şekerleme, kimisi bir şişe rakı veya konyak, kimisi de jelibon şekeriyle gelmişti. Getirilen her şey üzeri alüminyum folyoyla örtülerek masaya dönüştürülmüş sünger bir yatağın üzerine dizildi ve yeni doğanın iyi bir ömür sürmesi dileğiyle kadehler birbiri ardına doldu ve boşaldı. O zaman ekonomik çaresizlik içerisinde insanların nasıl yaban ellere savrulduğuna tanıklık etmiştik. Bu kez ise insanlar bir etnik temizlik operasyonu sonucu aynı duruma düşmüşlerdi.

Derin bir kırılma

Bu hatıraların da baskısıyla anaokulundan ayrılmak isterken, Berge, üst katta da bir aile olduğunu ve bizimle konuşmaya razı olduklarını bildirdi. Üstlendiğimiz görev ne kadar yıpratıcı olsa da olabildiği kadar çok insanla görüşme azmindeydik. Ancak bu ikinci ziyareti tamamladığımızda hepimizin gözleri dolmuştu. Hem Karabağ Cumhuriyeti’nin başkenti Stepanakert’te hem de başkente yakın bir köyde ikişer katlı evleri olan yedi kişilik bir aileydi ziyaret ettiğimiz. Büyük oğulları tıp fakültesinin üçüncü sınıfında öğrenciydi ve eğitimine ara vermek zorunda kalmıştı. Aynı şey kızları için de söz konusuydu. O da bir kolej öğrencisiydi ve Ardaşad’da aynı donanımda bir okul bulamamıştı. “Düz liseye gitmek istemiyorum” diyordu. Babalarıysa her şeyini geride bıraktığına hayıflanmaktaydı. Diğer üç çocuk okuldan çok oyun peşindeydi.

Dağlık Karabağ halkının ülkesini terk etmesinin tek açıklaması vatan kaybıdır. 108 yıl sonra tekrarlanan bu olgu her Ermeni’nin benliğinde derin bir kırılmaya yol açıyor.

Batı Ermenistan’ın yitiminin derin acısını günümüze kadar yaşamaktayız. Ermeni halkı toprağına son derece bağlıdır. Yurt bellediği o toprak üzerinde kültür inşa etti. Ermenicede toprak ve vatan kavramları anlamdaş sözcüklerdir. Dolayısıyla vatan kaybı ve ekmeğin yitimi arasında da bir fark görülmez.

Biz bu röportajlar dizisinde meselelerin politik değerlendirmesinden çok insanların bireysel travmalarına eğilmeye çalıştık. Ne var ki bireysel veya ailesel kayıpların yanında toplumsal, bütüncül ve ulusal kayıplar da söz konusu. Nitekim konuştuğumuz insanlar kişisel kayıplarının yanı sıra meselenin bu yönüne de değinme ihtiyacı hissettiler. İşte umut veya umutsuzluk tam da bu noktada kendini gösteriyor. Kimileri şartların iyileşebileceğine ve tekrar yurtlarına dönebileceklerine inanmak isterken, bir kesimse Karabağ’ın artık yitik bir vatan olduğuna kendini inandırmış durumda.

(Devam edecek)

(Yazı dizisinin ilk bölümü için: Karabağlı Ermenilerde umut ve umutsuzluk)

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında