“Bir daha ne zaman gideceğiz ki?”

İran’a ilk gidişim değildi. Daha önce, 2017’de, Tahran’a gitmiştim. Altı yıl sonra, yine babamla, bu kez Tebriz başta olmak üzere Culfa, Salmast, Urmiye, Khoy gibi, İran’ın kuzey şehirlerini gezme fırsatı buldum.

Babam, Ermenice edebiyatın önemli figürlerinden biri olan Raffi’nin izinde bir belgesel projesiyle organize etmişti Tebriz gezisini, arkadaşı Manuel ile birlikte. Babamın böyle projeleri çoktur; imkânsız, hatta fantezi gibi görünür ama allem edip kallem eder, bunu gerçeğe dönüştürür ve siz de kendinizi aniden o hayalin içinde bulursunuz. Bu hayalin gerçekleşmesinde önemli pay sahibi olan isimlerden biri de Tebrizli adaşım. Kimlikte ismi Vladimir yazsa da, Vartan’ın, İran’da, benim İstanbul’da yaptığım gibi ismini saklama derdi olduğunu sanmıyorum. Ailesi 120 yıl önce günümüz Rusya’sında bulunan Leningrad’dan Tebriz’e göç eden Vartan, dört gün boyunca hem bizim hem de yolların kahrını çekti.

Giriş

20 kişilik bir gruptuk. Kalabalık bir grupla hiç bilmediğiniz yerlere gitmek her zaman riskleri de beraberinde taşır. Ben size risklerden veya olumsuz deneyimlerimden değil, gezinin beni etkileyen bölümlerinden bahsedeceğim. Yolculuğumuz Van’da başladı. Van’a da ilk gidişimdi ama buna da değinmeyeceğim. Göl kenarında hızlı bir kahvaltının ardından, Tebriz’e doğru yola koyulmak üzere bizim için tahsis edilmiş minibüslere bindik. Gruptaki birçok kişinin Tebriz’e dair bilgisi yoktu, olanlarınki de yok denecek kadar azdı. Zorlu bir kara sınırı macerasının ardından, nihayet İran topraklarındaydım, ikinci kez. Tahran beni çok etkilemişti, Tebriz’e de aynı umut ve heyecanla gittim. (Bu cümleyi bir erkek olarak kurduğumu, kadınların -doğal olarak- benim kadar etkileyici veya güzel deneyimlerle dönmediği olasılığını da belirtmem gerek.)

Gelişme

Tebriz’de konaklasak da tur boyunca hemen her gün en az beş saatimiz yollarda geçti. Bunun birinci ve ana sebebi İran’ın devasa bir yüzölçümüne sahip olması, ikincisiyse gezdiğimiz kiliselerin çoğunun tarihî olması ve bu nedenle artık bulundukları yerde yerleşimin olmaması. İlk gün, akşam saat 10’a doğru otele anca varabildiğimiz için, alelacele bir yemek yiyerek doğrudan odalara çıktık. İran gezimiz ertesi gün başladı.

Surp Kevork KilisesiDepremde yıkılan tiyatro sahnesi ve Surp Kevork Kilisesi

İlk durağımız, Tebriz’e birkaç saatlik mesafede, Urmiye’deki Surp Kevork Kilisesi’ydi. Burada, Ermeni Kilisesi’nin beş büyük bayramından biri olan Surp Haç Bayramı’nı, Urmiye’deki Ermeni toplumuyla birlikte kutladık. Günün ikinci ve son durağı, Salmast şehrinde bulunan ve ‘Raffi’nin kilisesi’ diye gittiğimiz Surp Kevork Kilisesi’ydi. Çorak arazilerden sonra vardığımız bir köyün içinde yer alan bu kilise, en çok da duvarına işlenen fresklerle hayranlık uyandırıyordu. Kilisenin sağ tarafında Surp Sarkis’le Surp Kevork’un, yani Hızır ile Hıdır’ın resmedildiği bir duvarla, sol tarafında ise cennet, cehennem ve araf tasviriyle karşılaştık. Uzun yıllar kireç bir badanayla örtülen bu freskler, İran Devleti’nin inisiyatifiyle onarılmış ve gün yüzüne çıkmış. Kiliseye dair bilgileri ise İran İslam Cumhuriyeti Miras Bakanlığı’ndan bir görevli aktardı. Kilise, 83 yıl önce meydana gelen büyük depremde hasar görmüş. Bu hasarın ne boyutta olduğunu, kiliseden çıkınca, biraz ilerisinde gördüğümüz ve kimimizin okul, kimimizin mezarlık olduğunu tahmin ettiği, ancak gerçekte tiyatro sahnesi olduğu ortaya çıkan bir yıkıntı manzarasıyla karşılaştığımızda anlayabildik.

Örtülü Çarşı

Ertesi gün, önceki günün yorgunluğunun da etkisiyle, plana sadık kalmadık ve şehir merkezi turunu bir gün öne aldık. Merkezde geçen o gün, önce Ermeni Okulu’nu ziyaret ettik. İlki 1895’te inşa edilen okul binasında o dönem 6 bin öğrenci eğitim alıyormuş, ancak bina bu sayıyı kaldıramamış ve hem 1900’lerin başında hem de 1960’larda iki bina daha eklenmiş. 10 sene öncesine kadar yaklaşık 10 bin öğrenciyi ağırlayan bu okul, son 10 yılda ülkede artan göçle beraber bugün sadece 23 öğrenciyle ayakta duruyor. Bu çarpıcı ve dramatik bilgiler eşliğinde okuldan ayrılıp, Tebriz’in Kapalı Çarşısı’na (gerçek ismiyle Örtülü Çarşı) gittik. Arifenin cumartesine denk geldiği bir Eminönü kalabalığı düşünün ve mümkünse onu ikiyle çarpan bir kaos hayal edin. İçinde bulunduğumuz ortam aşağı yukarı böyleydi. Belki de Surp Kevork Kilisesi’ndeki cehennem freski de Örtülü Çarşı’dan ilhamla çizilmiştir, kim bilir? O kalabalıkta grupça kaybolmamamız hangi dinin işiydi bilmiyorum ama kesinlikle bir mucizeydi. Bu kaosun ardından, hayatım boyunca havasını atabileceğim bir cümle kurmama sebep olan yerdeydik. Evet, İpek Yolu’ndan yürüdüm. Ama o günün başka da bir numarası yoktu; bu kez hiçbir şey yapmadan, sadece kalabalığa karışarak ama yine yorgunluktan bitap düşmüş halde otele döndük.

Tade ve Surp Istepanots manastırlarıTade Manastırı

Üçüncü gün yine uzun bir yolculuğa çıktık. İlk olarak, İranlı Ermenilerin hac için gittikleri Tadei Vank’ı, bilinen adıyla Qarah Kilise’yi, (Aziz Tadevos Manastırı) ziyaret ettik. Rehberimiz Vartan, daha yolculuk sırasındayken bize zaten geçen temmuz ayındaki hac zamanı çektiği fotoğrafları gösteriyor, iki gün boyunca çadırlarda kaldıklarını ve o iki günün nasıl festival havasında geçtiğini büyük bir keyifle anlatıyordu. Tadei Vank gerçekten de olağanüstü mimarisiyle her birimizi büyülemişti. Kilise iki yapıdan oluşuyor, bunlardan biri daha yakın tarihte inşa edilmiş olsa da eski yapıyla olan bütünlüğünü korumuş ve üzerindeki taş işçiliğiyle kendine özgü bir estetiğe sahip olmuş.

Ardından, yine uzun bir yolculuk sonrası, bu kez Surp Istepanots Manastırı’na gittik. Mimari açıdan Tade Manastırı’yla hayli farklılıkları olsa da, Surp Istepanots da benzer etki ve büyüye sahipti. Henüz kiliseyi görmeden, bizi ona götüren yola hayran kalmıştım zaten. Surp Istepanots Manastırı’na ulaşmak için uzun bir süre Aras Nehri’nin kıyısından gitmek gerekiyor. Bir nevi Aras, size manastıra kadar eşlik ediyor. Bu esnada karşı taraftan Nahçıvan’ı görüyor, suyun karşısında Ermeni kiliselerine İran’daki hassasiyetleri gösterip göstermeyecekleri endişesini duyuyordum.

Azerbaycan’ın Karabağ’a son saldırı haberini de aynı günün sabahı aldık. Grup üyelerinin çoğu bu konuyla ilgili hiç değilse endişe duyarken, kimimizin ne olup bittiğinden haberi dahi yoktu. Gezinin benim için en çelişkili yanlarından biri de, bir yandan saldırı haberlerini alırken diğer yandan gittiğimiz her Ermeni kilisesinin tarihini Azerice dinlemek oldu. Bir parantez açmam gerekirse, İran’a gittik ama aslında Türkiye’den hiç ayrılmadık diyebilirim. Neredeyse her dükkânda Türk Lirası’yla alışveriş yapabiliyor, bölgenin anadili Azerice olduğu için neredeyse herkesle Türkçe anlaşabiliyordu

İran Azerbaycanı Ermenileri Ruhani Önderliğiİran Azerbaycanı Ermenileri Ruhani Önderi Başepiskopos Krikor Çiftçiyan

Gezinin son günü, benim için belki de en az heyecanlı olacağını düşündüğüm bir durağa ziyaretle başladı. İran Azerbaycanı Ruhani Önderliği’ne gideceğimiz söylendiğinde, açıkçası pek de heveslisi değildim. Ancak gittikten sonra bu fikrim iki nedenle değişti: Birincisi ve en önemlisi, Başepiskopos Krikor Çiftçiyan’ın alışılagelmiş din adamı profilinden oldukça uzak biri olması, ikincisiyse önderlik bünyesinde oluşturulan ve henüz tamamlanmayan, gelişmeye devam eden kütüphanenin varlığı. Çiftçiyan’ın, Hıristiyanlık’tan uzak, Ermenilerin İran Azerbaycanı’ndaki varlığına dair hem ansiklopedik hem hisli geçmişini anlatması, bölgeyi köy köy gezerek oradaki Ermeni varlığının envanterini çıkarması, bununla ilgili üç ciltlik bir kitap hazırlaması, ona bütün bir grup olarak saygı duymamıza neden oldu. Odasından çıkıp avluda sohbet ederken hepimiz onun entelektüel bilgi birikimine hayran kalmıştık ve ‘ideal dil adamı’ profili olduğu konusunda hemfikirdik. Ruhani önderlik bünyesindeki kütüphanede ise hem bölgede hem diasporada yayın yapan gerek kitaplar gerek dergi, gazete gibi mecmualardan örnekler yer alıyordu. Sandığımın aksine, oradan da büyük bir keyifle ayrıldım. Ardından, bu kez Ermenilikle ilgisi olmayan ancak tarihî bir öneme sahip bir köye gittik. Bir köy düşünün ki halkı Kapadokya’nın peri bacalarında veya Hasankeyf’in mağara evlerini andıran oyuklarda yüzyıllardır yaşıyor. Artık mecalim kalmadığı için tepeye çıkamadım. Tıpkı grubun yarısı gibi. Bu yazıyı kalan yarısından biri yazsaydı, size köye dair daha fazla bilgi verebilirdi ancak benim verebileceğim yegâne bilgi şu: Köy rakım olarak öylesine yüksekteydi ki basınçtan kulaklarım dolmuştu.

Sonuç

Beş günlük İran gezimizin son durağıydı bu köy. Ardından otele döndük, valizlerimizi topladık ve ertesi sabah erken saatlerde yola çıkarak aynı rotayı takip edip, Khoy üzerinden Van’a gittik, oradan uçakla İstanbul’a ulaştık. Artık grup olarak geziyi kendi aramızda değerlendirebilir, kritiğini yapabilirdik. Olumlu/olumsuz birçok anı ve hikâyeyi barındıran bu gezi şüphesiz benim her zaman için keyifle anacağım bir deneyimdi. Gitmeden önce halamı ve eniştemi de bizimle gelmeleri için çok ikna etmeye çalışmış, kısmen başarılı da olmuştum ancak son anda gelmekten vaz geçmişlerdi. Oysa Tebriz’e 20 kişi gitmiştik ve 20’miz de dönünce aynı cümleyi kurup, aynı soruyu soruyordu: “İyi ki gelmişiz, bir daha ne zaman gideceğiz ki?”

Kategoriler

Dünya

Etiketler

İran Ermeniler


Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.