Bir Avazda: ‘Doğurduğun ana dek neye hazırlandığını bilmiyorsun’

Agos’taki yazı ve röportajlarıyla tanıdığımız Rita Ender çeşitli kesimlerden kadınlarla hamilelik deneyimleri üzerine röportajlarını biraraya getirdi. Kendisinin de hamile olduğu bir süreçte bu röportajları gerçekleştiren Ender ile kitabı ve hamilelik deneyimlerini konuştuk.

Hamileliğinde kitap yazmaya nasıl karar verdin?

Benim hamileliğimin yarısından fazlası pandemide geçti. Evde karantina yapmaya başladığımızda yaklaşık dört aylık hamileydim. Dışarıdaki hayat durmuştu, işlerim azalmıştı. Evin içinde dolanıp durup hamilelik üzerine ve tabii kendi hamileliğim üzerine düşünüyordum.  Bu konuda okuduğum kitapların çoğu, sağlık ve bakım üzerineydi. Halbuki hamilelik bundan ibaret değildi, konuşulmaya değer başka yanları da vardı, var. Oradan hareketle, bu deneyimi yaşayan kadınlarla söyleşi yapmak istedim. Daha önceki çalışmalarımla bağlantılı olarak, aklıma hamilelik ritüellerine de göz atmak geldi. Farklı kültürlerde hamileliğin ve doğumun nasıl kutlandığını, aynı topraklarda olmanın ortak olanı nasıl yarattığını merak ettim. Ve öylece başladım.

Kitabında içinde başka can taşıyan bedenleri konu aldın.  Peki, o insanların yaşadıkları zorluklar seni etkiledi mi?

Tabii ki kayıp hikâyelerini ya da örneğin Duygu Tokay’ın hikâyesindeki erkek şiddetini veya Güler Baban’ın hamileyken gözaltında olduğunu dinlemek üzücüydü. Ama bunu yaşayanın karşısında dinleyeninin üzüntüsünün lafı edilemez. Bir de o dönemde benim için en etkileyici olan içinde insan taşımak gerçeği olduğundan, en çok kadınların ne kadar güçlü olduğu gerçeğinden etkileniyordum. 

Kitapta farklı yaşlarda kaç kadın var? Onların hepsiyle tanıştın mı? Bu kadınları nasıl bulup iletişime geçtin?

Yirmi altı kişiyle söyleşi yaptım. On üç kadını daha önceden tanıyordum. İçlerinden Filiz Kerestecioğlu gibi çok yakınım olan ya da Dilan Epik Topuz gibi hamilelik sürecine tanıklık etmiş olduğum da vardı.  Tanımadıklarımı da araya sora buldum. Örneğin Laz kültür ve geleneklerinden bahsedilmesini arzu ettiğim için, yalnızca Laz olduğu için değil ama aynı zamanda bu alanda çalışmış ve düşünmüş olduğu için Nilüfer Taşkın’a gittim.  Sonra kitapta, doğum yapmış bir kadın doğumcunun yer almasını çok istiyordum. Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yaptığı konuşmaları çok beğendiğim için Irmak Saraç’a gittim. Hemen herkesle internet üzerinden görüntülü konuşma programlarını kullanarak konuştuk. İmkânı olmayan birkaç kişiyle de telefonla görüştük. 

Funda Cantek’in öyküsü beni farklı etkiledi. İlk hamileliğinin düşükle sonuçlanması onun ikinci hamileliğini etkilemiş ve hamilelikten doğuma kadarki süreçte çocuğuna bağlanmakta zorlanmıştı. Anne faşizanlığını nasıl tanımlarsınız?’diye sormuşsun. Funda Hanım’dan ve verdiği cevaptan söz eder misin?

Funda açık sözlülüğü ve tabii ki yaptığı önemli gözlem ve yorumlarla, sanırım okuyan herkesi en çok etkileyen kişi oldu.  Benim de zihnimi çok açtı, iyi ki kitabın başlarında onunla konuştum, diye düşündüm hep.  

Anne faşizanlığını nasıl tanımlarsınız dediğimde şöyle demişti: “Kendisini ideal anne olarak gören birtakım insanların senin yaptığın her şeyi sorgulaması olarak tanımlarım galiba. Hep bir eksik yaptığını düşünmeleri, başarısız olduğunu düşünmeleri, çocuğuna yeterince sevgi, ilgi, emek veremediğini düşünmeleri. Çocuğunun zayıf, ağlak, yaramaz olduğunu sürekli vurgulayan anne tipolojileri vardır.  İnşallah karşılaşmazsın ama mümkün değil çünkü hep oradalar. Çocuğunu aşıya götürdüğünde oradalar, manavdan sebze alırken oradalar, dolmuşa bindiğinde oradalar. Dolmuşta yanında oturan kadın ve hatta erkek hemen sana birtakım ayarlar vermeye çalışır: ‘Bu ne hal, bu kıyafetle çocuk üşür!’” 

Bu tespiti yaptıktan sonra bunun arkasındaki toplumsal gerçeği de yüzümüze vurarak şöyle dedi:  “Kadınların da otorite kurabilecekleri alan sınırlı ya, özellikle ev eksenli yaşayan kadınların.  Sana mesela şöyle diyecekler: “Sen avukatsın, o kadar kitap yazıyorsun ama annelik bunlara benzemez. Sen gel anneliği bana sor!” Kızamıyorum da, zaman geçtikçe anlamaya çalıştım. Onların da domine edebildikleri alan o, başarılı hissettikleri alan o.”

Kitaba bir değerlendirme yazısı yazıp beni çok mutlu eden sevgili Arus Yumul da bu konuya değindi ve yazısında dedi ki; “Hamile kadının bedeni başkalarının dokunmasına, tavsiyesine ve öğütlerine açıktır.” Buradan hareketle geleneksel kadınlık kavramından da söz eden Yumul, hamile kadının kendisinden vazgeçmesi beklentisinin geleneksel kadınlık kavramından beslendiğini anlattı. Bu geleneksel kadınlık ile Türkiye’de her kadın bir şekilde yüzleşiyor. Hamileler ve anneler de bundan nasibini alıyor.

Dilan Epik Topuz’un bir sözü var: “Her doğum kendine özgü. Kimse, doktorun bile senin nasıl bir doğum yapacağını bilmiyor.” Benim için hamileliği en iyi açıklayan cümlelerden biri bu. Senin için hamileliği anlatan en iyi cümle neydi?

En iyi cümleyi bulamam galiba ama Dilan’ın bu sözünü duymak bana da iyi gelmişti çünkü örneğin şu anda normal doğum yapılması gerektiği konusunda ciddi bir yönlendirme var ve bu yönlendirme sadece uzman kişi ve kurumlar tarafından yapılmıyor. Önüne gelen konuşuyor ve elbette bunun üzerinden ciddi bir ekonomi yaratılmış durumda. Nefesçisinden fotoğrafçısına. Elbette doğal doğum çok özel ve güzel ama o anın ne gerektireceği önceden belli olmuyor.     

Ama ne olursa olsun Gülsün Karamustafa’nın çok etkileyici şekilde söylediği oluyor: “Dönüp dolaşıp doğumun ve hamileliğin hazzını yaşamaktayız. Başka bir şey yapılmıyor. Hep aynı yere geliniyor.”

Jinda Zekioğlu ile yaptığınız röportajda, Jinda Hanıma kendi kitabında yer alan, Derve’deki kadınların hamilelikteki ruh halini ve kendi hamileliğindeki ruh halini sormuşsun. Anlattıkları ve yaşadıkları hakkında ne diyebilirsin?

Hamilelik kendi başına çok etkileyici bir süreç olsa da aslında bir anlamda bir hazırlık dönemi.  Fakat neye hazırlanıyorsun? Anne olmaya hazır olunabilir mi? Jinda, savaşın tam ortasında yaşayan ve doğuran kadınlardan söz etti. Kitabındaki karakterlerden biri olan Zeliha’dan örnek vererek şöyle dedi: “Zeliha, Halepçe yaşanırken hamile olduğunu öğreniyor. Tabii ki o, bizim gibi ‘acaba bu çocuğu yapmaya hazır mıyım’ diye düşünmüyor. ‘Hamileyim, tamam’ diyor. Fakat o sırada zaten eteğinde bir tane çocuk var, sırtında bir tane var, elini tutan bir tane var, bir tane de artık ondan kopup yürüyen var. Emziriyorken hamile olmak çok zor. Fakat onlar için zorluk, bizim durduğumuz yerden gördüğümüz zorluk değil.”

Bu kadınların kimisi bir kez bile doktor kontrolünden geçmiyor. Benzer şekilde, söyleşi yaptığım kadınlardan biri olan yönetmen Elmas Arus da hamileliği sırasında tanıştığı kadınlardan birini şöyle anlatmıştı: “Mardin’de belgesel çekerken tanıştığım yirmi üç-yirmi dört yaşındaki bir kadından çok etkilenmiştim. ‘Kaç yaşındasın?’ diyorsun, ‘Bilmiyorum’ diyor. ‘Kaçıncı çocuğun?’ diyorsun, çocuklara gözünü gezdiriyor, sayıyor, kaçıncı olduğunu söylüyor. ‘Doktora gittin mi?’, ‘Yok, burada bilmem kim var, o doğurttu.’ ‘Kaç yaşında evlendin?’ Bilmiyor. Ne kadınlığını, ne hamileliğini biliyor ne de ne yaşadığını farkında. Ona, “Sen gelinsin çalışacaksın, kadınsın cinsel olarak kocanın ihtiyaçlarını karşılayacaksın, annesin çocuklarına bakacaksın,’ denmiş ve kendi kimliği yok edilmiş. Tüm kimlikler bundan oluşmuş.” 

Bu kimliksizleştirilmiş halin dışında, bir de istenmeyen gebelikler var. Aslında kitapta öyle bir söyleşi de yer alsın istedim ama o dönemde psikolojik olarak yapabilecek gücü kendimde bulamadım.  Öte yandan takvimine göre hamile kalan, çocuğu doğurmadan bakıcılarla görüşmelere başlayan, elinde boy boy ultrason fotoğrafları ile gezen kadınların hikâyeleri var. Onlar daha mı çok hazırlar? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Pek hazırlanılamıyor galiba çünkü bence doğurduğun ana dek neye hazırlandığını bilmiyorsun.

Doğum ebesi olan Seta Hanım ve kadın doğum uzmanı Irmak Hanım bilinçli hamile dediğimiz gruptan. Peki insanlara ne yapmaları gerektiğini öğütlerken sence öğütlediklerini kendileri rahatça uygulayabilmişler mi? 

Her ikisi de bu konuda bilgili ve tecrübeli oldukları için etraftan gelen sesleri pek umursamamışlar.  En önemli ortak özellikleri de sanırım bu çünkü kitapta örnekleri olduğu gibi kadınlar bu dönemde çok yoğun bir toplum ve aile baskısına maruz kalıyor. Duymamak, umursamamak meziyet olabiliyor. 

Irmak Saraç hamile kaldığı andan itibaren hep olumlu duygular içindeymiş. Şöyle söylemişti: “Doğumun normal ve güzel bir doğum olacağına dair her şey kafamda o kadar netti ki… ben o süreci kendi kafamda yazmıştım. Sanki o bir kitaptı; ona göre başlamış, devam etmiş, sonu da böyle bitmişti.”

Seta Estukyan ise hamilelik ve doğum kısmını çok iyi bildiğini ama sonrasında bocaladığını şöyle anlatmıştı: “Birinci çocuğumla hastaneden eve geldikten sonra bocaladım. Aşağı yukarı üç ay süren bir adaptasyon zorluğu yaşadım. Çarşamba günü eve geldiysem Pazar günü annelerimizi kendi evlerine gönderdim çünkü onların bana yapabilecek bir şeyleri yoktu.  Zaten ben işimde doğum yapmış kadınlara nasıl emzirmeleri gerektiğini gösterirdim. Nasıl gaz çıkaracaklarını filan hep ben öğretirdim. Bunlar benim için sorun değildi. Fakat hastanedeki bebeklerle belirli bir süre çalışıp sonra oradan çıkıyordum ama bu bebek 24 saat benimleydi. Hep ben ilgilenmeliydim. Eve geldikten sonra buna, beraber yaşamaya alışmam biraz zamanımı aldı. Hatırlıyorum, oğlum 20 günlüktü, annemi çağırdım. “İşe gitmem gerekiyor” dedim ve kaçıp sinemaya gittim.  Üç aydan sonra oğlum emmeyi bıraktı ve ben sahiden işe gittim. Annem her gün gelip çocuğa baktı.”

Bu sinema fikri epey kafama yatmıştı!

Hamilelik ritüellerinde çok renklilik göremiyorum.  40 çıkarmak, inanç materyali koymak, 40 gün dışarı çıkmamak adetleri haricinde ‘bu enteresanmış’ dediğin bir gelenek var mı?

‘40’ın bu toplumda yaşayan neredeyse her halk tarafından benimsenmiş olması enteresan değil mi? Kadının bedeninde yaşadığı bu eşsiz ve birileri tarafından kutsallık addedilen deneyim etrafında sanki bir uzlaşma var. Bu öğretiyi ya da bilgiyi herkes kendi kültürünün içine yerleştirmiş. Ermeni, Türk, Yahudi, Arap Ortodoks, Roman, Türk, Bulgar, Yörük; hemen herkes doğumdan sonraki 40 gün kuralının varlığından söz etti. Elbette lohusalık sürecinin tıbbi bir açıklaması var ama bunun buradaki her toplum tarafından kültürel olarak sahiplenilmesi ilginç. Nazar boncuğu gibi! Onun dışında benim daha önce hiç duymadığım şeyler vardı; çocuğun odasına bıçak koymak, göbek bağını kapı eşiğine sıvamak, bebeğe bal sürmek, sürme çekmek, annenin toplanan yağmur suyu ve yabani bitiklerle yıkanması vs. 

Su da özel bir sembol.  Anne karnında su içinde yaşayan bebek farklı kültürlerde suyla karşılanıyor, su ile kutsanıyor, su ile kutlanıyor. Kitapta da örnekleri var. Mesela Rosana Şapka, Ortodoks adetlerine göre vaftizden sonra yapılan bebeğin ilk yıkamasını anlattı. Yeşim Pündük ise Roman adetlerine göre bebek 20 günlükken saz heyeti ile birlikte nasıl hamama gittiklerini ve eğlendiklerini anlattı. Su önemli…

Yahudilerin hamilelik ritüellerinde neler var? Sen bunları uyguladın mı? 

‘Faşadura’ var. Bir Sefarad geleneği bu, Aşkenaz Yahudilerinin böyle bir âdeti yok.  Hamileliğin beşinci ya da yedinci ayında ya Pazartesi ya Perşembe günü bebek için beyaz bir bez kesiliyor ve sonrasında o bezden bebeğin ilk kıyafeti dikiliyor. Bu kesimden sonra bebek için alışveriş yapılmaya başlanıyor, öncesinde bir şey alınmıyor. Biz de bunu yaptık. Yedi aylık hamileyken kardeşim ve teyzem beyaz bir bez kestiler, annem de o bezden bebeğin; oğlumun giydiği ilk kıyafeti dikti. Kitaba çalışırken hamilelikle ilgili iki Ladino şarkı buldum. Biri ‘kantika de la parida’ yani hamile kadının şarkısı. Diğeri , ‘och ke mueve mezes’ yani ah bu dokuz ay! Daha önce duyduğum parçalar değildi, onları çok dinledim. Sonrasında da oğlum, Yahudi adetlerine göre sünnet oldu ve ismi duayla söylendi. Kitapta da Nüket Franco, Çernobil dönemine denk gelen hamileliğinde yaptığı faşadurayı anlattı. 



    

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında