CANSU EYLÜL YAPICI
Devletin istihbarat ve güvenlik unsurları tarafından kaçırılıp kaybedilmek, ‘faili meçhul’ cinayetler, puslu karanlıklarda infazlar, işkenceler… Türkiye toplumsal mücadele tarihinin hiç de yabancı olmadığı konular. Kaybedilen yakınlarını bulmak için 27 Mayıs 1995’ten beri Galatasaray Lisesi'nin önünde oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri ise bu tarihin kayıplarla ilgili hafızasını canlı tutan bir adalet arayışı olmuştur. Cumartesi Anneleri eyleminin ilham kaynağı ise Arjantinli Mayıs Meydanı (Plaza de Mayo) Anneleri’ydi. Nitekim Arjantin’de de diktatörlük döneminde (1976-1983) 30 binden fazla sol görüşlü kişi kaçırılıp kaybedilmiş, kayıp yakınları 1977’den itibaren hükümet binasına yakın bu meydanda toplanıp adalet aramıştı.
Dipnot Yayınları’nın siyasi polisiye serisi de diktatörlük rejimlerinin baskı politikalarını deneyimlemiş toplumların benzer hafızalarının içinde dolaşan hikâyeler içeriyor. Bu kitaplar vesilesiyle Fransa’dan İspanya’ya, İrlanda’dan Arjantin’e uzanan geniş bir coğrafya boyunca seyrettiklerimiz aslında bizim hikâyemizden sahneler.
Yeni doğanlar…
Mayıs Meydanı Anneleri’nin aradıkları kayıplar yalnızca gözaltına alınıp kaçırılan devrimciler değildi. İşkenceli sorgularda öldürülüp kaybedilen kadınların yeni doğmuş bebekleri de onların gündemindeydi. Arjantin’de faşist cunta döneminde beş yüz kadar bebeğin anneleri babaları öldürüldükten sonra kaçırıldıkları biliniyor. Buenos Aires doğumlu Elsa Osorio’nun Cansu Akkoyun’un başarılı çevirisiyle Türkçeye kazandırılan romanı ‘Benim Adım Luz’, okurunu işte böyle bir hikâyenin içinde dolantıya çıkarıyor. Yayımlandığı 1998’den bu yana 20’den fazla dile çevrilen kitap Uluslararası Af Örgütü’nün kuruluşunun 40. yıldönümünde ilk kez verilen edebiyat ödülüne de layık görüldü.
Cunta yönetimindeki Arjantin’in kayıp çocuklarını konu edinen roman, diktatörlüğün vahşetini, şiddetin erilliğini değil ama eril bir şiddeti önümüze seriyor. Diktatörlük, toplumda bir çeşit travma yaratır. Öyle bilimsel ve kuru bir sav olarak değil, hatıraları gizil bir düşmanlığı büyüten, kabusları uykuları kaçıran, aslı astarıyla yaralanmış ama hayatta kalmış öykülerden bir çeşit travma. Luz’un öyküsü, böyle bir travmadan sağ kurtulan, cunta döneminde muhafazakâr ailelere evlatlık verilmiş, bugün biyolojik ailelerini arayan insanların öyküsü. Kaderlerini ideolojilerin tayin ettiği, geçmişin sürgüsü çekilip dışarıya sıkıca kapanmış odalarında, ailelerini arayıp bulanların öyküsü.
İlk bölümde, bebek için ayırdığı odasını özenle düzenleyen Miriam’la tanışıyoruz, bir bebek bekliyor, ama hamile değil. Miriam bize romanın sonuna dek, zaman zaman gelip giderek eşlik edecek. Luz’un öyküsünün bir kısmını ondan dinleyeceğiz. Miriam’ın yağmalanmış, eziyete uğramış, ama şatafatlı bir hayatı var. Onun dilinden izlediğimiz dünya tahakkümün onlarca biçiminden birine maruz kalanı sadece. Onun karakterinde, bireysel arzulardan adalet arayışına giden bir süreci gözlemliyoruz.
Eduardo ve Mariana, bebek bekleyen bir çift; Mariana muhafazakâr bir aileden geliyor, öyle ki babası orduda görev yapmakla, ülkeyi komünizmden kurtarmakla övünen bir yarbay. Mariana’nın kimliğinde dogmatik bir sorgu sualsizlik pekiştirilmiş. İkinci ve üçüncü bölümlerde Luz büyüyor. Bu bölümlerde Luz, Miriam ve Eduardo’nun başını çektiği kurgu içinde Mayıs Meydanı Büyükanneleri’nin mücadelesini konu alınıyor.
Kitap, kendini serimlemeye başladığı andan itibaren eleştirel tavrını hissettirmekte. Kadınların kişilik sunumları cinsiyetlendirilmiş dünyanın izleriyle dolu, patriarka ve militarizmin karşısında kol kola vermiş kadınların çoğunluğu oluşturması, muhafazakârlıkla barışık kadınların yanı sıra umut ışığı oluyor. Kullanılan dil özenli ve gündelik. Sorgulamalardan iç hesaplaşmalarına dek anlatılmak istenen her duygu ve durumda akıcı bir üslupla karşı karşıyayız. Karakter ve müdahil bakış açıları yer yer kullanılarak iç içe konmuş metinler keyifli bir desen oluşturmuş; fakat geçişlerin fazlalığı dikkatsiz okuyucular için biraz kafa karıştırıcı olabilir.
Birçok genç kadın büyüdükçe annesinin gölgesinden sıyrılmak ister derler, anneye benzememek için didinir durur. Gelin görün ki bir zaman gelince annesi gibi davrandığını fark eder, anneliğe yerleşir, alışır, annesiyle içsel savaşını bırakır. Bu ne kadar bize hitap eder tartışılır. Ama Luz’un, annesiyle didişmeleri, bu mesafeli anneliği büyüdükçe daha da yadırgar oluşu, nihayetinde kendisi anne olduktan sonra kuşkularının ardından soluksuz arayışı onu kökenlerine götürecektir. Luz’un doğum yaptıktan hemen sonra derinlikli bir şüpheye dalması, belki de varoluşumuz başladığı andan itibaren kayıt tutmamızdan kaynaklıdır. Nefes kesen bir polisiye kurgunun içinde Luz’un şüphelerinin peşinden gitmeye ne dersiniz?
Benim Adım Luz
Elsa Osorio
Çeviri: Cansu Akkoyun
Dipnot Yayınları
420 sayfa.