ARİF TAPAN
Susan Sontag, ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ (Regarding the Pain of Others) adlı çalışmasının bir bölümünde şöyle der: “Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk asrı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir. Öyle ki, artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır.” (s.17)
Hakikaten de bugün evlerimizde oturduğumuz yerde ya da nerede olursak olalım elimizdeki telefon cihazları ile dünyanın herhangi bir noktasındaki bir savaşı, felaketi, yıkımı, sürgünü, kıyımı o olayın bizzat öznesi-nesnesi olan bireyler ile eş zamanlı olarak kolaylıkla takip edebiliyoruz. Teknolojideki gelişmenin ve bilgiye erişimdeki hızın başını alıp gitmesiyle savaşı yaşayan, bombardıman altında olan insanla aynı anda, biz de yaşanan savaşa oturduğumuz yerden tanık olabiliyoruz. Peki Sontag’ın altını çizdiği bu ‘modern deneyim’ ile ne hissediyor, aklımızdan neler geçiriyoruz? Dünyanın herhangi bir noktasındaki bir yıkımın bilgisine ulaştıktan sonra bu, aklımızda ne kadar süreyle yer ediyor? Ne kadar gündemimizde kalıyor? Ne kadar onu hatırlamaya devam ediyoruz? Savaşın bilgisine, ona birinci dereceden tanıklık eden kişiyle eş zamanlı ulaşabilsek de savaşın içindeki kişinin ‘savaş deneyimi’ ile bizim “modern deneyim”imiz neye benziyor ya da ‘savaş’ sözcüğünün karşılığı onunla bizim için ne derece aynı ya da farklı olabiliyor?
Felaketin bilgisi
Bir felaketin bilgisine ulaşmak, onu haberleştirmek-tarihleştirmek-belgelemek ve nihayetinde şeyleştirmenin dışında bir felaketi bizzat tecrübe edip sonra bu tecrübeyle – eğer mümkünse- yaşamaya devam etmek nasıl bir şeye benzer peki? Savaş, insanın diğer tüm tecrübeleri gibi yaşanılan, etkilenilen ve sonrasında unutulan bir şey midir? Bir felaketin, kıyımın tanığı, o felaketten sonra yaşamına kaldığı yerden devam mı eder, kendisine yeni bir yaşam mı inşa eder yoksa geri döndürülemez bir biçimde, artık o felaketin sebep oldukları ile mi yaşamak zorundadır? Bunlar gibi daha pek çok soru türetebiliriz savaşlarla ve savaş sonralarıyla ilgili. Bu gibi soruları tek bir hamlede cevaplayamasak, bunlara genel geçer yanıtlar bulamasak da en azından bu soruları ortaya atabilmemizi ve onları her daim canlı tutabilmemizi mümkün kılan şeylerden biri de şüphesiz felaketlerin ve felaketlere dair olan şeylerin metinselleşmeleridir (textualization). Burada bir haber küpüründen, bir video kaydından, bir belgeselden, bir ropörtajdan, bir siyasi antlaşma metninden bahsetmiyorum. Edebi metinlerin içine sızan savaş, felaket anlatılarını ya da doğrudan bunun üzerine inşa edilen metinleri kastediyorum. Savaş anlatısı, anı-roman ya da anı-öykü, belgesel-roman, savaş romanı vs. gibi metni türleştirmeye yönelik tanımlama girişimlerini böylesi anlatılar için çoğu zaman tek başına yeterli ya da gerekli bulmamakla birlikte, burada bir savaşla, felaketle, yıkımla ilişkilenen kurgusal metinleri kast ediyorum.
Saraybosnalı Hırvat
İşte bu gibi çalışmalara örnek verilebilecek bir anlatı da Milenko Yergoviç’in (Miljenko Jergović) ‘Saraybosna Marlborosu’ (Sarajevski Marlboro). Saraybosna doğumlu Hırvat bir yazar olan Yergoviç’in ‘Saraybosna Marlborosu’ ilk kez 1994’te Zagreb’te Hırvatça olarak yayımlanmış. Farklı ülkelerden ödüller alan kitap, World Literature Today’in ‘Dünyaya İlham Veren 25 Kitap (1989-2014)’ kategorisinde de yer alıyor. Metin yayımlanmasının ardından Türkçe dışında tam 14 dile çevrilmiş. Bu çevirilerden kaçının 1997’deki İngilizce çeviriye, kaçının doğrudan Hırvatçaya dayandığını bilmesem de ‘Saraybosna Marlborosu’nun Türkçede ilk kez, Beliz Coşar çevirisi ile İletişim Yayınları’ndan 2001’de çıktığını, bu çevirinin metnin İngilizce versiyonuna dayandığını ve tek baskı yapıldığını biliyoruz. Temmuz 2019’da ise metin Özge Deniz tarafından Hırvatça aslından çevrilerek Kutu Yayınları’ndan çıktı ve kitap üç ayda tam dokuz baskı yaptı. 1992-1995 yılları arasında süren Bosna Savaşına 1993’e kadar bizzat şahit olan Yergoviç, ‘Saraybosna Marlborosu’nda 29 kısa öyküye yer veriyor ve bu öyküler ya savaş öncesiyle ya savaş anıyla ya da savaş sonrasıyla ilişkileniyor.
‘İçeriden’ bakış
Savaşla öyle ya da böyle ilişkilenen öykülerin ne demeye geldiğini düşünmeden önce böylesi bir metnin Türkçeyle ve Türkiyeli okurla kurduğu ilişki biçimi de üzerinde durmaya değer gibi görünüyor. Zira İngilizce çevirisi üzerinden de olsa kitabın Türkçede ilk kez yer bulduğu 2001’e kadar, kitap çoktan sekiz başka dile çevrilmiş. 2001’de yapılan tek baskının ardından ise kitap, okur gündemine girememiş görünüyor. Eğer gözden kaçırmadıysam 2019’daki ikinci çeviriye kadar metne dair Türkçe olarak yazılmış kayda değer bir şey yok. Halbuki Bosna Felaketi Türkiye’de her daim gündemde görünen ve Türkiyelilerin ona dair farklı politik-ideolojik-mezhepsel damarlardan da olsa ortak bir anımsayış ve empatiyi ortaya koyduğu bir olgu. Hal böyleyken, Bosna Savaşı’na ‘içeriden’ bakan bir metin olmasına rağmen ‘Saraybosna Marlborosu’nun ne okurun ne de araştırmacıların şimdiye dek dikkatini çekmemiş olması ilginç. K24’teki ‘Bosna felaketi neyimiz olur?’ başlıklı yazısında özellikle Bosna Felaketi üzerinden bu ‘yokluk’ ve ‘dikkat çekememe’ meselesini de hesaba katan Mehmet Fatih Uslu konuya dair şunları söylüyordu: “Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde. Ama gelin görün ki bu romantizm bir yayın, tercüme, düşünce ve araştırma bolluğuna dönüşmüyor. Nedenleri çeşitli olmalı bu durumun ama şu sorunun capcanlı ortada durduğu kanaatindeyim: Ne kadar gerçekten merak ediyor, anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?” Bu soruların üzerinde durmaya oldukça ihtiyaç varken, kitabın Türkçede ikinci kez dolaşıma girmesinin ardından kısa sürede bu denli ilgi uyandırmış olması da başka soruları gündeme getiriyor. Peki ne oldu da kitap bu kez en azından okur nezdinde merak edildi, bunu da ayrıca düşünmek gerekiyor.
Üç temel soru
‘Saraybosna Marlborosu’nun edebiyat sosyolojisindeki bağlamını ve hem dünya okurları hem de Türkiyeli okurlar için neleri ifade edebileceğini ise zannediyorum felaketin temsili üzerinden düşünmek daha verimli olacaktır. Kitapta yer alan 29 öyküye bakıldığında Yergoviç’in şu üç temel sorunun üzerine gittiğini düşünüyorum: 1) Felaket insandan neleri götürür? 2) Felaketten geriye ne kalır? 3) Bir olgu olarak felaketle nasıl başa çıkılır? Örneğin “Tosbağa”da, “Alabalık”ta, “Akbaba”da, “Kütüphane”de bir savaşın sadece politik düzlemde, milletler arasında gerçekleşen karşılıklı bir dövüş olmadığını, savaşın bilakis savaşa en uzak noktada, gündelik hayatın tam merkezinde duran bireyleri ve hayatları etkilediğini görüyoruz. Somut olarak elbette yitirilen insanlar, evler, aşklar, hayaller, anılar, yurtlar, alışkanlıklar olsa da savaşın cereyanına kapılmamanın nasıl mümkün olamayacağını gösteriyor bu öyküler son kertede. ‘Komünist’e, ‘Kör’e, ‘Yolculuk’a, ‘Gong’a yakından baktığımızda felaketten geriye bir şeyin kalıp kalmadığını, kalabiliyorsa bunun ne olabileceğini görüyoruz. Felaketten maddi anlamda hasar görmeden sıyrılan hayatlar olsa da sosyo-psikolojik katmanda felaketlerin geride nasıl travmatik sancılar, arayışlar, saplantılar, delilikler, doldurulamaz boşluklar bırakabileceğine tanık oluyoruz. Ya da ‘Boşnak Güveci’ni, ‘Kaktüs’ü, ‘Slobodan’ı, ‘Sakal’ı, ‘Bahçıvan’ı düşündüğümüzde hem felaketle eş zamanlı ilerleyen hem de felaket sonrasına yayılan direniş biçimlerinde bireylerin felaketlerle nasıl var güçleriyle başa çıkmaya çabaladıklarını okuyoruz. Bir eşyaya, bir bitkiye, bir anıya, bir kütüphaneye ya da kitaba, bir alışkanlığa ya da eyleme sığınmadaki yurt, dil, geçmiş zaman ve olağan hayat arayışlarını görüyoruz.
Yergoviç’in tüm bu katmanlı anlatılarda ‘savaş edebiyatçılığı’ndan umulacak herhangi bir üst-alt kimlik vurgusunda bulunmaması; bir öfkeye, hınca, nefrete mahal bırakmaması; metinlerde din-dil-mezhep-coğrafya vurgulu bir şovenizme geçit vermemesi de felaketin, tanıklığın, direnişin temsil boyutunda bir ayrıcalık yaratıyor. Kitabın, yayımlanışının ardından dünya dillerinde bu denli yer bulması ve dünya edebiyatı çerçevesinde düşünülmesi de bu kıstaslarla ilişkilendirilebilir. Türkiye’de kendine hep yer bulmuş Bosna anımsayışının ve empatisinin Uslu’nun yukarıda andığım yazısında da vurguladığı gibi verimli bir düşünme ve üretme pratiğine dönüşememesi de zannediyorum sadece Balkan coğrafyasıyla kurulan ilişki biçimiyle değil Türkiyeli okurların ve araştırmacıların felaket temsilleriyle irtibattan kaçınmayı tercih etmesiyle birlikte düşünülmelidir. Felaketlerle ya da onun temsiliyle ilişkilenmek, buna dair tefekkür edebilmek bir çırpıda yapılabilecek bir şey olmasa da “akşamları ekmek yapıp, sabahları yas tutan” (s. 106) insanları anlamaya çalışmak bir çıkış noktası olabilir. ‘Saraybosna Marlborosu’ ise bu çıkışa sadece bir örnek.
Saraybosna Marlborosu
Milenko Yergoviç
Çeviri: Özge Deniz
Kutu Yayınları
192 sayfa.