OĞUZ KAAN BOĞA
Nobel ödüllü yazar İvo Andriç, İletişim Yayınları’ndan çıkan ve büyük bir bölümünü İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kaleme aldığı öykülerinden oluşan ‘Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’de, ‘Drina Köprüsü’ ve ‘Lanetli Avlu’ya benzer bir biçimde okuru Bosna’nın uzak geçmişine götürüyor. Andriç, öykülerine fon olarak genellikle Balkanlar’ın uzak geçmişini seçerken, ne Batı ne de Doğu tarafından anlaşılmış ve bu iki kutup arasında köprü görevi gören Balkan coğrafyasının yaşadığı kimlik bunalımına, tarih ile ilgili bir bağlam yaratarak, bir açıklık getirme çabasına giriyor.
‘1920’den Mektup’
Andriç’in öykülerinde öne çıkan, kimliksiz, bunalımlı, uyuşuk, unutulmuş -ki bu sebepten de görünüşte ‘sebepsiz’ bir nefret taşıyan- kasaba insanının yaşadığı bu buhranın kökenleri sorgulanıyor. Bu bağlamda yazarın yaptığı, sanılanın aksine mevcut siyasî durumdan, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bütün dünyadaki katastrofik etkilerden bir kaçıştan çok, o mevcudiyeti ve sorgulamayı derinleştirerek anlama ve izah etme çabası. Aslında tarih boyunca bir türlü durulmamış, önce Osmanlı işgali ve sonrasında gelen dünya savaşlarıyla demografik yapısı kaçınılmaz bir biçimde değişmiş Bosna’nın (daha geniş anlamda Balkanlar’ın) halklarının, neye veya kime olduğunu başlangıçta anlamakta güçlük çekeceğimiz kin ve nefretlerinin kökenini, Andriç onların uzak geçmişinde aramaya koyuluyor. ‘1920’den Mektup’ isimli öyküde, Max karakterinin itirafları aracılığıyla, Bosna’nın geçmişindeki lekelerin sonraki yıllarda büyüyen nefrete ışık tuttuğuna dair bir önerme karşımıza çıkıyor. Bu noktada, aslında Andriç’in tarihe dair saptaması, daha geniş bir ölçekte dünyadaki siyasal ve sosyolojik olguların çözümüyle ilgili bir metot sunmaya da çalışıyor gibi görülebilir.
Bazıları ilk kez Türkçeye kazandırılan ‘Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’deki öyküler çoğunlukla uzak geçmişi ele alıyorlarsa da, yazarın çoktan yitip gitmiş bir tarihi aydınlatmaya çalışırken kullandığı biçim dikkat çekici. Zaman zaman bu öykülerin kahramanları vezirler, taşralılar oluyor, bazen de yalnızca bir köprü veya bir ev... Ayrıca Andriç’in öyküleri anlatırken yaptığı zaman atlamaları ve üstüne zamanın yavaşlayarak unutulmuş bir gerçeği açığa çıkarmak adına duraklaması gibi ayrıntılar, yazarın zamanda sıkışıp kalmış bir öfkenin kaynağını açığa çıkarma isteğini gözler önüne seriyor. Üstelik bu nefretin kaynağının, işgalle gelen bir kültür çatışması ve bu durumun toplumsal bellekte yarattığı imgelerin kapışmasına, yer değiştirmesine dayandığı çok açık bir biçimde fark ediliyor.
Buna karşın daha bireysel bir boyuta indiğimizde, örneğin ‘Tırmanıcılar’ öyküsündeki Lekso’nun hikâyesinin yahut ‘Zepa Üzerindeki Köprü’ gibi öykülerin, seçkiye yeni katmanlar kattığını görüyoruz. Köprü, kilise gibi mimari yapıların uzun tasvirleriyle birleşen zihin betimlemeleri, öykülerdeki Bosna halkının zaman içinde geçirdiği değişimlerin analizini derinleştirmekte kuvvetli bir etkiye sahip. Çünkü bahsedildiği üzere, Bosna taşralısının kolektif bilinçaltındaki sorunlar, bu gibi metaforlarla, itaat eden ve itaat edilen arasındaki çizgiyi keskin bir şekilde ayırıyor.
Bunun başka bir örneğini ise kitabın ilk öyküsü olan ‘Vezirin Filinin Hikâyesi’nde görürüz. Andriç, Travnik’te vezirlik yapmaya başlayan Celalettin Paşa’nın halkın arasına pek karışmamasına rağmen onlar üzerinde yarattığı korkudan yola çıkarak, çarpık ve anlaşılması güç bir travmaya ışık tutmaya çalışır. Bu noktada Andriç’in öyküleri tarihî gerçeklere bağlı kalarak anlattığını belirtmekte fayda var ve bu öykülerin tasarımındaki organik yapı da bahsedilen çabanın ayrı bir yönünü oluşturuyor. Bu manada yazarın yaptığı, kitabın ilk paragrafında da belirttiği üzere, “şark yalanları” denilen bozulmuş gerçeklik imgesini yıkarak altında saklı kalmış olduğunu umduğu bir ipucunu açığa çıkarmak... Yazarın akıcı, fakat perspektifi zaman zaman ters yüz eden ve ritmi değiştirilerek kurgulanmış öyküleriyle çağdaş Balkan insanının uzak geçmişindeki ‘lekeler’ su üstüne çıkarılıyor.
Andriç’in kullandığı dil de bu çıkış noktasına hizmet etmek için tasarlanmış gibi. Üstelik ilk öyküde karşımıza çıkan, ‘bir kisveye bürünen hikâyelerin’ sakladığı gerçeğin, son öyküyle başlangıçta nasıl vücuda büründüğü de gösteriliyor. Andriç, hikâye anlatıcısı İbrahim Efendi’nin kendisinin de sonunda bir hikâyeye dönüştüğünü söylerken, perspektifi değiştirerek başlangıçtaki giz altına girerek yitip giden gerçeğin yaşadığı bozulmayı kişileştiriyor. Ancak onun gerçekle arasındaki münakaşasından doğan bu gize bürünmüş gerçeğin kırıntıları, kitaptaki öykülerin arasına serpiştirilmemiş, aksine mühürlenmiştir.
Sinan’ın
Tekkesinde Ölüm
İvo Andriç
Çeviri: Müge Günay
İletişim Yayınları
191 sayfa.