MURAT CANKARA
Bir ülke düşünelim; seçim arifesinde. Bir yanda devrimci hayaller; diğer yanda faizi düşürecek, ekonomiyi sömüren millet düşmanlarının kökünü kazıyarak işsizliği ortadan kaldıracak, millî gururu onarıp ülkesine şerefini iade edecek, Bolşevik-mason-siyonist bozuntularının devrimi yerine millî devrimi yapacak bir reis beklentisi. Bu ülkede bir oyuncu düşünelim; zeki, yetenekli, komik, hırslı, taşralı, komünist. Bir yandan oyunculuğuyla taşra zenginlerini büyülerken bir yandan da devrimci tiyatro kurma planlarını sürekli erteliyor. Sonra seçim olsun, büyük davanın beklenen reisi seçimi kazansın. Her şey çok hızlı gelişsin. İşsizlikten ve yoksulluktan bitap düşmüş zihinler iyice bulansın, toplumsal ve siyasal çalkantılar yüzünden zaten karışık olan kafalar iyice karışsın. Liberalizmin sonunu ilan eden sağcılar, solcuları sağcılardan daha tehlikeli bulan demokratlar, gelmekte olanı sezip ülkeyi terk eden veya terk etmeyip yavaşça delirmeye yatanlar; herkes, her şey birbirine karışsın. Şansa bakın ki seçim sonuçları açıklandığında oyuncumuz yurtdışında bulunsun. Kıvrak zekasıyla durumun artılarını eksilerini değerlendirsin. Son zamanlarda epey düşman biriktirmiş olmasına ve memleketinden gelen “sakın buraya dönme!” çağrılarına rağmen, sürgünün korkaklara özgü olduğunu ve aslanla ancak ininde mücadele edilebileceğini düşünerek ve çevresindeki muhaliflerle görüntü vermemeye gayret ederek ülkesine dönsün. Sonrası daha da karışık olsun. Stratejik hamleler (sessiz kalma, doğru zamanda yapılan doğru açıklamalar, doğru insanlara yaklaşıp yanlış olanlardan hızla uzaklaşma, solculuk günlerindeki budalalıklarından dem vurma), vicdan muhasebeleri (başka bir şey yapabilir miydim?), vicdan rahatlatma çabaları (el altından eski dostlara yardım, bu sağcılar o kadar da kötü değillermiş), kendini avutma (ben sarışınım, bana bir şey olmaz), meşrulaştırma çabaları, kendini sağlama alma dürtüsü ve bir gün işler tersine dönerse diye fırsatını buldukça muhalefete göz kırpmayı ihmal etmeme.
‘Kültür Bolşeviği’
Hülasa, bir zamanların kara listedeki komünist tiyatrocusu ikbal basamaklarını hızla tırmansın, yeni rejimi temsil eden oyuncu ve hızla kurulan yeni ülkede resmî tiyatro kurumunun bir numaralı ismi olsun, başarı utancı unuttursun. Öte yandan oyuncumuzun gökyüzü bulutsuz değildir. Örneğin, partiyi iktidara taşımak için sokakta mücadele eden biziz, ancak yine bu solcu eskisi ‘kültür Bolşeviği’ revaç buluyor diyerek adaletsizliğin farkına varanlar –ki bir kısmı, bunlar sırf iktidar istiyorlarmış, yine bir şey değişmedi deyip bir geç-aydınlanma yaşayacaklar- ve bu nedenle oyuncumuzun açığını kollayanlar olsun. Bu arada, oyuncumuz başarıdan başarıya koşarken, duyarlı gençler evleri basıp gayrımillî saydıkları kitaplar üzerinde tepinsin, beş kuşak öncesine kadar kimliğinin millîliğini ispatlayamayan yazarların oyunlarını sahnelemek büyük risk sayılsın, ülkenin beyninin önemli bir bölümü göçmek zorunda kalsın, ‘barış’ sözcüğünü kullananın üzerine adeta ordu çullansın, anlı şanlı gazeteciler bir gecede barış yanlılığından savaş çığırtkanlığına geçiversinler, sarışınlıktan başka vasfı olmayan insanlar önemli görevlere getirilsin hatta sahneleri bile doldursun, ulusal güvenlik bahanesiyle muhalifler tasfiye edilsin, en ufak bir memnuniyetsizlik beyan eden kamusal figürün en iyi ihtimalle malvarlığına el konsun ve vatandaşlıktan çıkarılsın, duyarlı ve millî gençler sokakları terörize etsin, kabus gibi bir propaganda makinesi durmaksızın işlerken kamuoyu idam ve işkence ya da bunlardan bile daha dehşet verici söylentilerle korkudan felç olsun, korku duvarını aşmayı başaranlarsa yeraltına çekilsin. O halde, artık “[b]u ülkede iktidarı pis yalanlar gasp etmekte. Toplantı salonlarından, mikrofonlardan, gazete sütunlarından, beyaz perdeden böğürtüler çıkıyor. Ağızlarını açınca irin çıkıyor, leş kokusu yayılıyor: Bu koku birçoklarını ülkeden kaçırıyor, kalmaya mecbur olanlar içinse zindana, berbat kokan bir hapishaneye dönüyor”dur. O halde, artık, kendini ‘diriliş’, ‘uyanış’, ‘millî devrim’ olarak adlandıran ‘şey’in faşizm olduğu iyice netleşmiştir. Ve bir halk düşünelim; ülkesinin adım adım “bugünkü durumuna gelmesine hep birlikte göz yum[muş], bu suça birlikte ortak ol[muş]” olsun. Ve komşu ülkeler düşünelim; kimi korkudan kimi kendi çıkarlarını korumak uğruna, tüm olan bitene sessiz kalsın. Ve elbette, büyük, hem de çok büyük bir savaş, geliyorum diye bağırsın.
Baba – oğul
Ülke Almanya, yazar Klaus Mann (1906-49), roman ‘Mephisto: Bir Kariyerin Romanı’, anlatılan yıllar 1930’ların ilk yarısıdır. Baba gölgesinde geçen bir ömre saygıyla tersinden söyleyelim: Evet, meşhur kalın-roman yazarı Thomas Mann, Klaus Mann’ın babasıdır. [Bu noktadan itibaren yazacaklarım konusunda daha ayrıntılı bilgiyi şu kaynaklarda bulabilirsiniz: ‘Cursed Legacy: The Tragic Life of Klaus Mann’ (Frederic Spotts, Yale Univ. Press, 2016) ve ‘In the Shadow of the Magic Mountain: The Erika and Klaus Mann Story’ (Andrea Weiss, Univ. of Chicago Press, 2008)].
Zor zamanlarda -ama zamandan bağımsız da- zor bir hayatmış Klaus Mann’ınki. Fazla şişkin bir baba figürü, bu babaya rağmen rüştünü ispatlama mücadelesi, bitmez tükenmez bir savaş korkusu, depresyon, tamamına erecek bir intihar saplantısı, sürgün, uyuşturucu, cinsel arayış, siyasal şiddetin her çeşidi; bunlar muhtemelen Mann’ın kısa hayatını kabusa çeviren şeylerden bir kısmı. 33’te Hitler iktidara geldiğinde ülkesini terk etmek zorunda kalmış ancak babası epey süre -romanlarının yasaklanacağı, servetine el konacağı, vatandaşlıktan çıkarılacağı, çocuklarının başına dert olacağı vb. gerekçelerle- Nazi iktidarına karşı açıktan tavır almayı reddetmiş. Bu da baba-oğul arasındaki mevcut gerginliği artırmış doğal olarak. İşin ironik yanı, azılı bir Nazi karşıtı ve muhalif olup hayatının önemli bir bölümünü Almanya dışında geçirmek zorunda kalan Klaus’un sağcılardan ziyade solculardan şiddet görmesi olmuş. Bu konuda en dikkat çekici isimlerden biri de meşhur erkek-tiyatrocu Brecht’miş; cinsel imalar mı istersiniz, yapıtları üzerine eleştiri yazıları çıkmasını engelleme girişimleri mi dersiniz, artık her nedense.
‘Bel – Ami’
Spotts’un çalışmasına göre, ‘Mephisto’nun kaynaklarından biri Mann’ın 1936 yılının başında hayranlıkla okuduğu Maupassant’ın ‘Bel-Ami’ romanıymış. Bir yandan ahlaksız ve fırsatçı bir gencin kariyer basamaklarını tırmanmak için neler yaptığını anlatan bu romanı okurken, bir yandan da Nazi karşıtı bir hiciv yazmayı tasarlıyormuş. Nazilerin genel olarak kültüre verdiği önemin -en hafif tabiriyle- tutarsız görünmesi bir yana, 1934’te Nazi iktidarının en güçlü figürlerinden Göring, Gustaf Gründgens’i Berlin Devlet Tiyatrosu’nun başına getirmiş. Bu şaşırtıcı bir durummuş zira Gründgens hem gençlik yıllarında hızlı bir komünistmiş hem de bir eşcinsel. Ne var ki Göring, eşcinselliğini Goebbels’in bile bilip dalga geçtiği Gründgens’in bir ‘Faust’ temsilindeki Mefisto performansıyla büyülenmiş ve onun diğer tüm kusurlarını görmezden gelmeye karar vermiş. İşin daha da ilginç yanı, Gründgens’in Klaus Mann’ın eski sevgilisi ve aynı zamanda eniştesi olmasıymış. Gründgens’i bir saplantı haline getirdiğini kabul eden Mann için bu olay, Naziler, kültür ve kariyer hırsı üçgeninde bir roman için vesile olmuş. Metin aynı yıl içerisinde tamamlanıp ‘Pariser Tageszeitung’da tefrika edilmiş, kısa bir süre sonra da kitap olarak yayınlanmış ve elbette Almanya’da yasaklanmış. Romanın 81’de István Szabó tarafından filme çekildiğini de hatırlatmakta yarar var.
Hiciv denemesi
Şüphesiz, Mann için ‘Mephisto’yu yazmak çok kolay olmamış; bir yandan ciğerini bildiğini düşündüğü bir kişi üzerine kurmuş romanını (Gustaf Gründgens olmuş Hendrik Höfgen), diğer yandan onun başını Nazilerle derde sokmak istememiş. Üstelik Nazi Almanya’sını uzaktan, sürgünden, o Almanya’da bir gün bile geçirmeden yazmış; üstelik hayli otobiyografik sayılabilecek bir malzemeden hiciv çıkarmayı denemiş. Neresinden bakılsa, netameli durumlar. Haliyle, romanla hem kendini bir yazar olarak kabul ettirmiş hem ağır eleştiriler almış. Gerçekten de ‘Mephisto’nun teknik bakımdan mükemmel bir kitap olduğunu söylemek güç. Bazı yerlerin aceleye geldiği, çok özenilmeden yazıldığı anlaşılıyor. Ancak metnin 1936’da yayınlandığı ve izleyen yıllarda neler olduğu düşünülürse, Nazi iktidarına dair dehşet verici bir öngörüsünün olduğunu kabul etmek gerekir. Bunun haricinde, yer yer ironik ve etkileyici bir dili var. Dahası, romanın, kişilerinden birinin ifadesiyle “ebediyen Almanlara has kalacak bir rol” olan Mefisto rolü üzerinden sorduğunu düşündüğüm soruyu da (kim kimin Mefisto’su, kim biliyor bu dünyada?), neden bilmem, çok önemsiyorum.
Son olarak, Klaus Mann’ın babasının -oğlundan yaklaşık bir on yıl sonra ve tıpkı onun gibi sürgündeyken- ‘Doktor Faustus’ romanını yayınlayacak olmasını da talihin bir cilvesinden ziyade bir tür oğul-katli girişimi olarak buraya not edelim. Baba-oğul Mann’ların Faustyen çeşitlemelerini birlikte okumak, sadece dil açısından bile, çarpıcı bir deneyim. Ne tuhaf bir dünya bu; ne çok kariyer var, ve ne az zaman.
Mephisto
Klaus Mann
Çeviri: M. Sami Türk
Everest Yayınları
370 sayfa.