“ölmüş gibi yitip gidenlerin,
özlenen, mükemmel sesleri”
MELİH LEVİ
Bazen tarihi bir nesne gibi inceleriz. Tarih okumak, tarihsel metinleri incelemek, tarih anlatmak… Bazense eksiklik gideren bir özne gibi: İçinde yaşadığımız durumu ve koşulları tahlil etmek için yeterli veriye sahip olmadığımızı hissettiğimizde “zaman gösterecek” deriz. Şimdiki zamanın anlatısal bir çerçeveden yoksun olduğunu, onu değerlendirebilmek için tarihin müdahale etmesi gerektiğini düşünürüz. Bazen de tarih arada bir yerdedir. Ne arkamızda ne önümüzde, ne geçmişte ne de gelecektedir. Şimdiye ait gizli bir potansiyeldir. “Tarihi bir anı yaşıyoruz”, “tarihe şahitlik ediyoruz”, “şu anda tarih yazılıyor” diye nitelendiririz yaşadığımız anı. Bu anın tarihsel düzlemde kararlı bir karşılık bulacağından eminizdir.
Bir başka deyişle tarih hem geçmişin hem geleceğin hem de şimdiki zamanın bir uzantısı konumundadır. Türkçedeki ‘tarih’ kelimesinin esnekliği neredeyse bu durumun bir emaresi gibidir. Tarih kelimesini hem geçmişte yaşanmış süreçlere atıfta bulunmak hem de bugünün takvimdeki karşılığını belirtmek için kullanırız. Yine ilginçtir ki tarihsel olayları incelerken tarihten bir olay örgüsü olarak bahsederiz: Savaş şu tarihte şu yüzden ortaya çıkmıştır ve bu tarihte bu olayla sona ermiştir. Önemli kırılma noktaları belirlendikten sonra tarihsel olaylar sosyolojik, kimliksel, politik, ekonomik vb. açılardan incelenebilir.
Tarihin olay örgüsünü belirleyen dönüm noktaları her ne kadar faydalı çerçeveler sunsa da tarih kavramının esnekliğini kısıtlar. Bu kısıtlamalar tarihi olayları belirli çerçevelere hapsedip günümüzdeki bağlamdan ayırt etmemiz için mazeret olur. “Her olayı kendi içinde değerlendirmeliyiz” diyerek kendimizi avutabilir ve tarafsız olduğumuz yanılgısına kapılabiliriz. Fakat bu tür söylemler dönüşlüdür, yani kendi kendini onaylamaktan öteye gidemezler. Tarihsel bir olayı tanımlayabilmek için onu etrafındaki, yani “dışındaki” diğer olay ve etkenlerden ayırmamız gerekir. “Kendi içinde” değerlendirmek hep bir dışında bırakmayı beraberinde getirmeye mecburdur.
İskenderiye dönemi
20. yüzyılın en önemli şairlerinden Konstantinos Kavafis için bu tarihsel farkındalık son derece önemli bir rol oynamıştı. Kavafis tarihin en görkemli şehirlerinden biri olan İskenderiye’de doğmuş ve hayatının büyük bir bölümünü bu şehirde geçirmişti. Şiirlerinin en önemli hammaddesi İskenderiye’nin hem tarihi hem de hayali kalıntılarıydı. Özellikle de İskenderiye’nin Helenistik döneminde yaşamış kahramanları, tarihsel kişilikleri, olayları ve mekanları şiirlerine konu etmiş, onlara hayal gücüyle yepyeni bir hayat katmıştı.
Böylesine tarihsel bir şehirde yaşıyor olmak ve sanatsal repertuvarını bu şehrin dokusuna borçlu olmak Kavafis için hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar getirecekti. İskenderiye hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir şehir halini almıştı. Öte yandan, İskenderiye ile böyle derin bir bağ kurmuş olması şehrin tarihte şahitlik yaptığı savaşlar, zorbalıklar ve vahşetlerin de repertuvarının bir parçası olması demekti. Şehrin tarihiyle hesaplaşmak Kavafis için pek de zor olmayacaktı. Ne de olsa 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan vahşetler günah keçisi olmanın, barbar ilan edilmenin ve zorbalığın psikolojini şaire fazlasıyla yaşatıyordu. Dolayısıyla birçok eserinde, şairin tarihi incelemesinden çok tarihin bugünü incelemesini gözlemliyoruz. Şairin hayal ettiği çeşitli kişiliklerin ve kimliklerin belirli tarihsel çerçevelerde kalmak yerine doğrudan bugüne hitap ettiğini hissedebiliyoruz.
Ari Çokona, Kavafis’in bütün şiirlerini Türkçeye çevirdi ve şiirler istos yayınevi tarafından 2013 yılında basıldı. Çokona, Kavafis’in şiirini ve üslubunu öylesine içselleştirmiş ki çeviriler okuyucuya bir orijinal metnin varlığını tamamen unutturuyor. K24’e verdiği röportajda Çokona, Kavafis’in tarihle ilişkisi konusundaki düşüncelerini şöyle aktarmıştı:
“Kavafis tozlu tarih kitaplarında kalan tarihsel olaylara bambaşka açılardan yaklaşarak onları bizimle özdeşleştiriyor. Şiirlerinde, öğrencilik yıllarımızda kahramanlıklarını ‘kerhen’ ezberlemek zorunda kaldığımız krallar ve imparatorlar görkemli dış görünüşlerden soyutlanarak ete kemiğe bürünüyor, bizim düzeyimize iniyorlar. Resmi tarih anlayışına göre önemleri yakıp yıktıkları medeniyetlerin, öldürdükleri insanların sayfasına göre artıp azalan hükümdarları kusur ve meziyetleriyle daha iyi tanıyor, daha çok seviyoruz. Kavafis bunu sağlamak için hayali kişilikler tasarlıyor ya da gerçek tarihî kişileri bizden biriymişçesine konuşturuyor. Ardı ardına sıraladığı özel isimler, savaşlar ve tarihler hakkında fazla bilgimiz olmasa da okuduğumuz şiiri anlayabiliyoruz.”
Kavafis’in tarihle ilişkisini gözlemlemek adına ‘MÖ 31, İskenderiye’de’ şiirine bir göz atalım:
Şehrin kenar mahallelerine yakın küçük köyünden
yeni gelmiş gezgin satıcı, toz toprak içinde
hâlâ yolculuktan. ‘Günlük,’ ‘sakız,’
‘zeytinyağının iyisi’ ve ‘saçınıza kokular,’
diye bağırıyor sokaklarda. Ama bunca uğultu,
müzik ve tören alayından duyulması ne mümkün!
Kalabalık itip kakıyor, üzerine çarpıp onu sürüklüyor.
‘Ne bu kargaşa,’ diye sorduğunda şaşkınlıkla,
ona da sarayın koca yalanını sallıyor birisi: güya
galip gelmek üzereymiş Antonius Yunanistan’da.
Bu şiirin arka planında yaşanan olayları şiirin başlığındaki ‘tarihe’ bakarak tahmin edebiliriz. Şiirin sonunda duyurulan dedikodu sarayın yalan bilgi yaymaya çalıştığını gösteriyor: Tarihsel verilere danışırsak, Aktium Muharabesi’nde Antonius’un Octavianus’a karşı yenilgiye uğrayacağını öğrenebiliriz. Lakin Kavafis’in okuyucuya ansiklopedilere veya tarih kitaplarına göndermek gibi bir arzusu yok. Şiiri anlamak için bu tarihsel çerçeveye ihtiyaç duymuyoruz. Bir gezgin satıcının günlük adetlerinin siyasi bir tezgah yüzünden sekteye uğramasına şahit oluyoruz. Kavafis, okuyuculara tarihsel bir çerçeve sunmaktansa bu çerçeveyi paramparça ediyor. Bu rastlantısal, gündelik senaryoda yer alan kişiler tarihin ne getireceğinden bihaberler. Bu kişilerin içinde bulunduğu ruhsal ve toplumsal koşulları anlayabilmek için ansiklopedilere dönmek yerine tarihsel dönüm noktalarının henüz zihinlerde yerleşmediği bir farkındalık hayal etmemiz gerekiyor. Tarih yaşanmamış ve geçmiş tarihçiliğe mazur kalmamış gibi davranıp şiirin temsil ettiği gündelik hayatı takdir edebilmemiz gerekiyor. Bu açıdan bakarsak şiirin temel sorunlarından birinin duyulma arzusu olduğunu söyleyebiliriz. Savaş çanları sadece Kavafis’in hayal ettiği İskenderiye’de değil, Kavafis’in günlük hayatında da çalmaya devam ediyor. Nihayetinde şiir 1924 yılında, dünyanın büyük çalkantı ve trajedilerle sarsıldığı bir dönemde kaleme alınmıştı. “Günlük, sakız, zeytinyağının iyisi” diye bağırarak sesini duyurmaya çalışan gezgin satıcının şairane bir figür olduğunu düşünüyorum. “Ama bunca uğultu, / müzik ve tören alayından duyulması ne mümkün!” sözleri yalnızca bir gezginin iç sesini ve şikayetini değil, aynı zamanda Kavafis’in de bir şair olarak kendini duyurma arzusunu aktarıyor.
Çokona’nın da belirttiği gibi, Kavafis’in şiirlerindeki tarihsel kişiler “bizden biriymişçesine” konuşuyorlar. Kavafis’in de böyle konuşmaya çalıştığını düşünüyorum. Şair sanki bir yakın arkadaşına dert döküyormuş gibi samimi bir tavırla yazıyor şiirlerini. Orhan Veli gibi Garip şairlerinden duymaya alıştığımız gündelik ve teklifsiz bir üslup bu.
Boghiguian’ın esin kaynağı
Kavafis’in şiirlerini böyle bir samimiyetle özleştirmiş bir okuyucu olarak Anna Boghiguian adlı ressamın eserleri ile ilk karşılaştığımda şaşkınlığa uğramıştım. Boghiguian da benim gibi Kavafis’e ilgi duyan ve İskenderiye şehrini Kavafis ismi ile bağdaştıran biriydi. Kavafis’in adımlarını takip etmek, İskenderiye’deki evini ve bu şehirde zaman geçirdiği yerleri tanımak Boghiguian için gizemli bir esin kaynağı olmuştu. Bu eserlerden bahsetmeden önce Boghiguian hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Boghiguian, 1946 yılında Kahire’nin Heliopolis ya da Masr El Gedida olarak bilinen mahallesinde Ermeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Ailesinin Kars’ın güneydoğusundaki Ani şehrinden geldiğini belirtiyor. (Ani şehrini ziyaret ettikten sonra 2015 yılında düzenlenen Venedik Bienali’nde ödül alan ‘Armenity’ sergisi için ‘Ani’ başlıklı bir enstalasyon hazırlamıştı.) Boghiguian, sanatçı olarak gelişimini, Hassan Khan’a verdiği bir röportajda şöyle özetliyor:
“12 yaşındayken Ermeni okulunda, bir Ermeni sanatçı Onnig Avedissian’dan çizim dersleri aldım. Yetenekli olduğumu zannetmiyordum ama çizmeye çok meraklıydım ve zamanımın çoğumu anne ve babamın düğün fotoğraflarını çizerek geçiriyordum. Birkaç sene sonra orta halli ev hanımlarına ders veren İtalyan bir ressamdan ders almaya başladım. Kahire’deki Amerikan Üniversitesi’ne giderken Sanat Tarihi dersinde çizmeye devam ettim, bu sırada Foaud Kamel ile resim yapıyordum. Mezun olduktan sonra Kanada’ya taşındım, burada başıma bir sürü şey geldi. Sokaklarda sosyal hizmet işi yapıyor geceleri de okulda sanat derslerine katılıyordum. Bu derslerde otomatist ressam Frère Jérôme ile tanıştım ve ben de otomatist resim yapmaya başladım. Sonunda Concordia Üniversitesi’ne öğrenci olarak yazıldım, hem resim hem de müzik okudum. Şehir seslerinden esinlenerek piyano için ufak eserler yazdım ve onlar hakkında resimler yaptım. Birkaç sene sonra Meksika’ya gittim, burada birçok modelin ve striptiz sanatçısının resimlerini çizdim. O zamandan beri dünyayı dolaşıyorum.”
Boghiguian, ressamlığın yansıra birçok kitap için illüstrasyon yaptı ve yapmaya devam ediyor. Bunların başında Kavafis şiirlerine ve Giuseppe Ungaretti adlı İskenderiye doğumlu İtalyan şairin kitabına eşlik etmesi için yaptığı çizimleri örnek gösterebiliriz.
Şair imgesi
Boghiguian’ın Kavafis temalı resimleriyle ilk karşılaştığımda şaşkınlığa uğramıştım. Bu resimlerde Kavafis’in dünyası sürrealist, gizemli ve buğulu bir halde temsil edilmişti. Her an bir sandalye çekip yanıma oturabileceğini düşündüğüm şair imgesi aniden erişilmesi mümkün olmayan, ketum ve kamufle olmaya çalışan bir kişiliğe dönüşmüştü. Baktığım her resimde Kavafis’in evinin, şehrinin, hayal gücünü süsleyen nesnelerin dört bir yana serpildiğini görüyor fakat Kavafis’in kendisini bulmakta zorlanıyordum. Biraz çaba ile resimlerin o sisli ve buğulu yüzeyinin arkasında bir surat seçebiliyor ve nihayet şaire ulaşabileceğimi hissediyordum. Neredeyse şiirden elini uzatıp beni sohbete çağıracağına inandığım Kavafis, Boghiguian’ın resimlerinde kayıplara karışıvermişti.
Bu resimlerle karşılaştıktan hemen sonra yeniden Kavafis’in şiirlerine dönmek ve şairin o samimi tavrını hatırlamak istedim. Fakat ne hikmetse, geri döndüğümde kendini afişe etmekten sakınan, kendi hakkında bilgi vermeyi reddeden intacı bir şairle karşılaşmıştım. Tarihi harabelerin arasında gizlenen, kayıplara karışan ve sanki okuyucu ile saklambaç oynayan bir şairi okuyordum. Ne zaman simasını görür gibi olsam Kavafis şehrin eski sokaklarına karışıp gözden kayboluyor, tarihin gizli pelerinini üzerine geçirip aniden görünmez oluveriyordu. Tarihin derinliklerinden selam gönderen bir şair değil, tarihin içinde sıkışmış, kaybolmuş ve çıkış yolu aramayan bir şairi gözlemliyordum. Kavafis’in 1897 yılında kaleme aldığı ‘Surlar’ şiirinde tarif ettiği duygularla dolmuştum: “Ve şimdi burada oturmuş umutsuzca bekliyor, aklımı / kemiren bu yazgıdan başka bir şey düşünemiyorum.” Ya da 1903’ta kaleme aldığı ‘Pencereler’ şiirindekine benzer çaresiz bir arayış içerisinde bulmuştum kendimi:
Sıkıntılı günler geçirdiğim bu karanlık
odalarda, bir aşağı bir yukarı dolaşarak
pencereleri arıyorum. Bir pencere açılsa
bana büyük teselli olacak,
ama ya pencere yok, ya da ben bulamıyorum.
Belki de hiç bulamamam daha iyi olur.
Belki de ışık yeni bir eziyettir.
Kim bilir bize ne tür yeni şeyler gösterecek?
Kavafis yüzünü İskenderiye’nin katmanlı tarihine dönerken içinde yaşadığı zamanla bir yüzleşme halindeydi. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan, yaşanacağını tahmin ettiği travmalarla başa çıkabilmek için sürekli tarihsel olaylara geri dönüp bir yineleme takıntısına kapılmıştı. Sigmund Freud’a göre insanlar travmayla başa çıkmak için benzer koşullar yaratıp tekrar tekrar travmayı yaşadıkları bir döngüye girerler. Freud bu teoriyi kendi torunu Ernst’i izlerken yaptığı gözlemler sonucunda ortaya koymuştu. Ernst, annesinin yanında olmadığı durumlarla başa çıkabilmek için kendince bir oyun geliştirmişti: Bir ipe bağlı olan oyuncağını sürekli perdenin arkasına atıp kaybedince “a-a-a-a” diye şaşırıyor, ardından oyuncağı yeniden kendine doğru çekip geri aldığında, “o-o-o-o” diye seviniyordu. Freud’a göre bu Ernst’in annesi yokken yaşadığı travmayla başa çıkabilmek için geliştirdiği bir dürtüydü. Freud, teorisini 1920’de yayımladığı “Haz İlkesinin Ötesinde” adlı kitapta geliştirmişti. Bu kitabı yazarken Freud’un kendisinin de bir travma yaşadığını söylemek mümkün çünkü Ernst’in annesi, yani Freud’un kızı Sophie, kitap yazılırken vefat etmişti. Ernst’in yineleme takıntısını anlatırken aslında Freud’un kendisi de – her ne kadar bunu yazdığı dipnotta reddetse bile – bir yineleme takıntısı ile geçmişe dönüyor ve Ernst’in oynadığı fırlatma oyununu betimliyordu.
‘Kırılma’ anları
Geçmişe dönmek, tarihin ‘kırılma’ anlarına, savaşlara, katliamlara ve benzeri olaylara yeniden şahitlik yapmak toplumsal bir yineleme takıntısına işaret ediyor. Kavafis’i yeniden okurken, işlediği tarihsel olaylar hakkındaki vurdumduymazlığımın bir yanılsama olduğunu fark ettim. Tarihsel detayların, ansiklopedilerde bulabileceğimiz savaş tarihlerinin ve kırılma noktalarının Kavafis için düşündüğümün tersine elzem olduğunu anladım. Artık Kavafis’in şiirlerindeki tarihsel vakaların detaylardan ibaret olduklarına inanmıyordum. Şair bu kırılma noktalarına dönerek derin kayıplarla başa çıkmaya çalışıyordu. Onunki sadece tarihsel değil, içinde bulunduğu zamana ait travmalarla da yüzleşme çabasıydı.
Boghiguian’ın kariyeri boyunca sürekli Kavafis’e dönmesi de benzer bir şekilde yorumlanabilir. İskenderiye’nin sokaklarında gezerken, 20. yüzyıl ve Helenistik döneme ait detayları kolaj yöntemiyle sentezlerken, şairin tarihsel hayal gücünü süsleyen manzaraları çizerken, Boghiguian, Kavafis’i devamlı kaybedip yeniden buluyor. Şairi aranması gereken, bazen resme bakar bakmaz göze çarpan bazense resmin görünmez, sisli köşelerinde saklanan bir kişiye çeviriyor. Bir nevi göçebe hayatı süren Boghiguian’ın aradığı şey belki de Kavafis’in kendisinden çok şiirlerinde işlediği o soyut kök salmışlık duygusudur. Fakat şunu söylemek daha doğru olacaktır: Kavafis’in sürekli geçmişe dönüp yineleme takıntısı 20. yüzyılın en yürek burkan katliam ve trajedilerini nasıl öngörmüşse, Boghiguian’ın da Kavafis’e dönüşleri sanatseverleri benzer öngörülerle baş başa bırakıyor. Belki de “zaman gösterecek” diyerek sorumluluğu tarihsel sürecin işleyişine bırakmaktansa, sanatın göstermeye çalıştıklarına kulak vermenin zamanı çoktan gelmiştir. “Ama bunca uğultu, / müzik ve tören alayından duyulması ne mümkün!”
Öyleyse, Kavafis’in 1904 yılında kaleme aldığı bir şiir ile bitirelim:
Sesler
Ölenlerin, ya da bizim için
ölmüş gibi yitip gidenlerin
özlenen, mükemmel sesleri.
Bazen rüyalarımızın içinden bize seslenirler,
bazen de düşüncelerimizde duyarız onları.
Ve geceleyin, bir an için, sönmekte olan
uzak bir müzik gibi, yankılarıyla birlikte
geri döner hayatımızın ilk şiirinden ezgiler.
Şair imgesi
Boghiguian’ın Kavafis temalı resimleriyle ilk karşılaştığımda şaşkınlığa uğramıştım. Bu resimlerde Kavafis’in dünyası sürrealist, gizemli ve buğulu bir halde temsil edilmişti. Her an bir sandalye çekip yanıma oturabileceğini düşündüğüm şair imgesi aniden erişilmesi mümkün olmayan, ketum ve kamufle olmaya çalışan bir kişiliğe dönüşmüştü. Baktığım her resimde Kavafis’in evinin, şehrinin, hayal gücünü süsleyen nesnelerin dört bir yana serpildiğini görüyor fakat Kavafis’in kendisini bulmakta zorlanıyordum. Biraz çaba ile resimlerin o sisli ve buğulu yüzeyinin arkasında bir surat seçebiliyor ve nihayet şaire ulaşabileceğimi hissediyordum. Neredeyse şiirden elini uzatıp beni sohbete çağıracağına inandığım Kavafis, Boghiguian’ın resimlerinde kayıplara karışıvermişti.
Bu resimlerle karşılaştıktan hemen sonra yeniden Kavafis’in şiirlerine dönmek ve şairin o samimi tavrını hatırlamak istedim. Fakat ne hikmetse, geri döndüğümde kendini afişe etmekten sakınan, kendi hakkında bilgi vermeyi reddeden intacı bir şairle karşılaşmıştım. Tarihi harabelerin arasında gizlenen, kayıplara karışan ve sanki okuyucu ile saklambaç oynayan bir şairi okuyordum. Ne zaman simasını görür gibi olsam Kavafis şehrin eski sokaklarına karışıp gözden kayboluyor, tarihin gizli pelerinini üzerine geçirip aniden görünmez oluveriyordu. Tarihin derinliklerinden selam gönderen bir şair değil, tarihin içinde sıkışmış, kaybolmuş ve çıkış yolu aramayan bir şairi gözlemliyordum. Kavafis’in 1897 yılında kaleme aldığı ‘Surlar’ şiirinde tarif ettiği duygularla dolmuştum: “Ve şimdi burada oturmuş umutsuzca bekliyor, aklımı / kemiren bu yazgıdan başka bir şey düşünemiyorum.” Ya da 1903’ta kaleme aldığı ‘Pencereler’ şiirindekine benzer çaresiz bir arayış içerisinde bulmuştum kendimi:
Sıkıntılı günler geçirdiğim bu karanlık
odalarda, bir aşağı bir yukarı dolaşarak
pencereleri arıyorum. Bir pencere açılsa
bana büyük teselli olacak,
ama ya pencere yok, ya da ben bulamıyorum.
Belki de hiç bulamamam daha iyi olur.
Belki de ışık yeni bir eziyettir.
Kim bilir bize ne tür yeni şeyler gösterecek?
Kavafis yüzünü İskenderiye’nin katmanlı tarihine dönerken içinde yaşadığı zamanla bir yüzleşme halindeydi. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan, yaşanacağını tahmin ettiği travmalarla başa çıkabilmek için sürekli tarihsel olaylara geri dönüp bir yineleme takıntısına kapılmıştı. Sigmund Freud’a göre insanlar travmayla başa çıkmak için benzer koşullar yaratıp tekrar tekrar travmayı yaşadıkları bir döngüye girerler. Freud bu teoriyi kendi torunu Ernst’i izlerken yaptığı gözlemler sonucunda ortaya koymuştu. Ernst, annesinin yanında olmadığı durumlarla başa çıkabilmek için kendince bir oyun geliştirmişti: Bir ipe bağlı olan oyuncağını sürekli perdenin arkasına atıp kaybedince “a-a-a-a” diye şaşırıyor, ardından oyuncağı yeniden kendine doğru çekip geri aldığında, “o-o-o-o” diye seviniyordu. Freud’a göre bu Ernst’in annesi yokken yaşadığı travmayla başa çıkabilmek için geliştirdiği bir dürtüydü. Freud, teorisini 1920’de yayımladığı “Haz İlkesinin Ötesinde” adlı kitapta geliştirmişti. Bu kitabı yazarken Freud’un kendisinin de bir travma yaşadığını söylemek mümkün çünkü Ernst’in annesi, yani Freud’un kızı Sophie, kitap yazılırken vefat etmişti. Ernst’in yineleme takıntısını anlatırken aslında Freud’un kendisi de – her ne kadar bunu yazdığı dipnotta reddetse bile – bir yineleme takıntısı ile geçmişe dönüyor ve Ernst’in oynadığı fırlatma oyununu betimliyordu.
‘Kırılma’ anları
Geçmişe dönmek, tarihin ‘kırılma’ anlarına, savaşlara, katliamlara ve benzeri olaylara yeniden şahitlik yapmak toplumsal bir yineleme takıntısına işaret ediyor. Kavafis’i yeniden okurken, işlediği tarihsel olaylar hakkındaki vurdumduymazlığımın bir yanılsama olduğunu fark ettim. Tarihsel detayların, ansiklopedilerde bulabileceğimiz savaş tarihlerinin ve kırılma noktalarının Kavafis için düşündüğümün tersine elzem olduğunu anladım. Artık Kavafis’in şiirlerindeki tarihsel vakaların detaylardan ibaret olduklarına inanmıyordum. Şair bu kırılma noktalarına dönerek derin kayıplarla başa çıkmaya çalışıyordu. Onunki sadece tarihsel değil, içinde bulunduğu zamana ait travmalarla da yüzleşme çabasıydı.
Boghiguian’ın kariyeri boyunca sürekli Kavafis’e dönmesi de benzer bir şekilde yorumlanabilir. İskenderiye’nin sokaklarında gezerken, 20. yüzyıl ve Helenistik döneme ait detayları kolaj yöntemiyle sentezlerken, şairin tarihsel hayal gücünü süsleyen manzaraları çizerken, Boghiguian, Kavafis’i devamlı kaybedip yeniden buluyor. Şairi aranması gereken, bazen resme bakar bakmaz göze çarpan bazense resmin görünmez, sisli köşelerinde saklanan bir kişiye çeviriyor. Bir nevi göçebe hayatı süren Boghiguian’ın aradığı şey belki de Kavafis’in kendisinden çok şiirlerinde işlediği o soyut kök salmışlık duygusudur. Fakat şunu söylemek daha doğru olacaktır: Kavafis’in sürekli geçmişe dönüp yineleme takıntısı 20. yüzyılın en yürek burkan katliam ve trajedilerini nasıl öngörmüşse, Boghiguian’ın da Kavafis’e dönüşleri sanatseverleri benzer öngörülerle baş başa bırakıyor. Belki de “zaman gösterecek” diyerek sorumluluğu tarihsel sürecin işleyişine bırakmaktansa, sanatın göstermeye çalıştıklarına kulak vermenin zamanı çoktan gelmiştir. “Ama bunca uğultu, / müzik ve tören alayından duyulması ne mümkün!”
Öyleyse, Kavafis’in 1904 yılında kaleme aldığı bir şiir ile bitirelim:
Sesler
Ölenlerin, ya da bizim için
ölmüş gibi yitip gidenlerin
özlenen, mükemmel sesleri.
Bazen rüyalarımızın içinden bize seslenirler,
bazen de düşüncelerimizde duyarız onları.
Ve geceleyin, bir an için, sönmekte olan
uzak bir müzik gibi, yankılarıyla birlikte
geri döner hayatımızın ilk şiirinden ezgiler.