‘Yaşadığımız modern dünya göçler sayesinde oluştu’

New York’un Brooklyn mahallesinde, Dominik Cumhuriyeti göçmeni bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Damaso Reyes, yirmi yıldır foto muhabirliği yaparak hikâyeler anlatıyor. Çalışmaları, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yayınlarında, Associated Press’te, The Far Eastern Economic Review, New York, Vanity Fair Almanya, Der Spiegel ve Time Asya dergilerinde, Wall Street, Newsday ve San Fransisco Chronicle gazetelerinde yayımlandı. Aldığı görevler ve kişisel projeleri kapsamında Ruanda, Irak, Endonezya, Tanzanya gibi ülkelerde bulundu ve Amerika Birleşik Devletleri’ni baştan başa gezdi. Çektiği fotoğraflar ‘Black: A Celebration of a Culture’ [Siyahi: Bir Kültüre Övgü] adlı monografide ve ‘Innocents Lost: When Child Soldiers go to War’ [Kayıp Masumlar: Çocuk Askerler Savaşa Gittiğinde] başlıklı kitapta yer aldı. Çok sayıda ödüle, Fulbright ve Arthur F. Burns burslarına layık görüldü; New York Siyahi Gazeteciler Birliği’nin uluslararası muhabirlik ödüllerinde iki kez birinci oldu.

New York’ta bulunan World Policy Institute [Dış Politika Enstitüsü] bünyesinde, Avrupa Birliği ve göç konularına odaklanan çalışmalar yürüten Damaso Reyes 17 Ocak’ta  İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde açılan ve 11 Mart’a kadar sürecek olan ‘Avrupalılar’ başlıklı fotoğraf sergisi için İstanbul’daydı. Kıraathane Edebiyat Evi’nde yaptığı ‘Fotoğraflar Yalan Söyler mi?’ başlıklı konuşma vesilesiyle tanıştığımız Reyes’le, ‘Avrupalılar’ ve diğer çalışmaları üzerine sohbet ettik.

Ne tür hikâyeler anlatıyorsunuz?

Benim derdim, kenara itilmiş, ötekileştirilmiş insanların ve grupların hikâyelerini anlatmak; çalışmalarımın odağında bu var. Nedeni de şu: Büyüme çağlarımda ben de böyle bir gruba mensuptum; ait olduğum topluluk, medyada ve haber yayın organlarında hem nadiren yer bulur, hem de hatalı şekilde temsil edilirdi. Beni gazeteci olmaya iten nedenlerden biri, böyle grupların daha adil ve doğru bir şekilde temsil edilmelerine katkıda bulunmak istememdi. 

Önce fotoğrafçı mısınız, yoksa gazeteci mi? Sizin için ‘foto muhabiri’ tanımını kullanmamız doğru olur mu? Fotoğraflarınızı her zaman yazdığınız metinlerle mi sunuyorsunuz?Çocuklar. Kosova (2005)

‘Foto muhabiri’ gayet doğru bir tanım benim için. Fotoğrafçı, gazeteci, yazar, muhabir ve aynı zamanda sanatçıyım. Üzerine çalıştığım işin gerekliliklerine göre, bu tanımlardan biri öne çıkıyor ama sanırım hepsi bir arada işliyor. Sanatsal işlerimde de belgeselci ya da haberci bakışıyla çalışıyorum; neredeyse hiçbir zaman tamamen soyut eserler üretmiyorum. Çalışmalarım çok büyük ölçüde gerçekliğe dayanır. Örneğin bir ses enstalasyonu yapmışsam, temelinde mutlaka kayıtlar, mülakatlar ve ortam kayıtları vardır. Fotoğraf çalışmalarım belgesel bir nitelik taşır ve bu anlamda habercilik içerir. Yazılarımda ise, düz ve sakin haber dilinden uzak durmaya, dil ve kelime kullanımı açısından sanatsal bir bakış yakalamaya çalışıyorum. Yani, hangi çalışmalarıma baktığınıza bağlı olarak, bu tanımlamaların herhangi biri doğru olabilir.

Sorunuza dönecek olursak, zaman zaman tam anlamıyla habercilik yaptığımı ve genellikle fotoğrafı yazıyla birleştirmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Gazetecilik alanında çalışan biri olarak, epey erken bir yaşta, çektiğim fotoğrafları, bir hikâyem de olduğunda satmanın daha kolay olduğunu keşfettim. Ayrıca, benim çektiğim fotoğraflara başkaları metin yazdığında, yazdıkları şeylerin hoşuma gitmediğinin de farkına vardım. Dolayısıyla, bir hikâyeyi iki şekilde, resimlerle ve sözlerle anlatabileceğime karar verdim. Yazma konusunda yetenekli olduğumu hissediyordum. Fotoğrafçı olmadan önce, öğrenciyken o kadar çok yazmıştım ki, yazabilmek ve her türden hikâyeyi bu format içinde anlatmak bana çok doğal geldi. Bazen sadece yazıyorum veya sadece fotoğraf çekiyorum, bazen de bir hikâyeyi anlatmak için ikisini bir arada kullanıyorum. 

Kısa süre önce yaptığınız ‘Fotoğraflar Yalan Söyler mi?’ başlıklı konuşmada, fotoğrafçıların kimi zaman, çektikleri kareleri manipüle ederek ya da kurgulayarak yalan haberleri yaygınlaştırdığını belirttiniz. Siz, ‘yalan söyleyen’ fotoğraflar çekmemek için neler yapıyorsunuz? 

Bence gazeteciler olarak, kendi taraflılığımızın bilincinde olmamız gerekiyor. Herkesin bir bakış açısı ve önyargıları var. Dolayısıyla, çalışırken, neden şu ya da bu fotoğrafı, neden şu ya da bu şekilde çektiğimizin farkında olmamız, bir karenin doğru ya da hakkaniyetli olup olmadığını sürekli olarak kendimize sormamız gerekiyor. Ben, bir hikâye yazarken ya da fotoğraf çekerken, her zaman, o karede veya metinde yer alan kişilerin, hikâyeyi/fotoğrafı en azından doğru ve adil bulup bulmayacağını düşünürüm. Yaptığım işi beğenmeseler bile, en azından doğru yapılmış bir iş olarak görmelerini umarım. Bu benim için bir meseledir, çünkü biliyorsunuz, gazeteci ya da fotoğrafçı olarak elinizde büyük bir güç var; uluslararası habercilik alanında çalışırken, kendiniz ile belgelediğiniz insan arasında büyük bir güç dengesizliği oluyor. O kişiye karşı adil olmaya çalışmanız bence çok önemli. Tabii, adil olmanız ya da olmaya çalışmanız, yaptığınız işten ille de memnun kalacağı anlamına gelmiyor, çünkü kimi zaman adil ve doğru bir iş çıkarabilmek için, o kişinin olumsuz bulabileceği ya da sevmeyeceği şeyleri göstermeniz gerekiyor. Böyle şeyler oluyor, bu kaçınılmaz bir durum. Fakat o an ve sonrasında, kendinize “Gördüğüm, tecrübe ettiğim şey neydi?” ve “Yayımlayacağım şey, gördüğüm, tecrübe ettiğim şeyi doğru bir şekilde temsil ediyor mu?” sorularını sorup, enine boyuna düşünmeniz gerekiyor. İşiniz konuyu doğru yansıtmayacaksa, bunu kabul edip bir çözüm bulmak için uğraşmalısınız. Sorun şu ki, fotoğrafçılar genellikle bir başkası için, bir editör ya da kamu sektörü için fotoğraf çektikleri için, kendi yaşadıkları ve tecrübe ettikleri şeyi temsil eden karelerden ziyade, insanların görmek istediği türden işler üretiyorlar. Bence fotoğrafçılar bu baskıya direnmeye çalışmalı. Neticede muhatabımız sadece editörler ve izleyiciler değil; fotoğraflarımızı kendimiz ve görüntülediğimiz insanlar için de çekiyoruz. Fotoğrafçılar ve gazeteciler olarak, adil ve doğru işler üretmek için çaba göstermiyorsak, bu mesleğimizi hakkıyla icra etmediğimiz anlamına gelir.

Sorguladığınız şey, aslında net olmayan bir gerçeklik. Herkesin, dünyaya ve dünyanın işleyişine dair farklı bir algısı var. Bir foto muhabiri olarak, bu gerçekliğin ne olduğu konusunu tartışmaya açmak gibi bir isteğiniz olduğu söylenebilir mi? 

Gerçeklik, klişeleri aşar, önyargılarımızın ötesine geçer. Benim büyüdüğüm yerde yoksulluk diz boyuydu. Durmadan suç işleniyor, ortalık uyuşturucudan geçilmiyordu. Mahallemize fotoğrafçılar gelir, sadece suç, uyuşturucu ya da yoksulluk meselelerine dair kareler çekip giderlerdi. Evet, tüm bunlar vardı mahallede, hepsi doğruydu, ama neşe de vardı, sevgi de vardı, kiliseye, işe, okula giden insanlar da... Yani, o mahallenin ve orada yaşayanların insana yaşattığı tecrübe tek bir şeyden ibaret değildi. Fotoğrafçılar, o tecrübenin sadece küçük bir kısmına bakıyorlardı. Uyuşturucu kullanan ya da suç işlemiş olanların mahalle nüfusu içindeki oranı çok düşüktü. Fakat maalesef, mahalle sakinleri sadece olumsuz ve hatalı önyargıların merceğinden yansıtılıyordu. Fotoğrafçılar ve gazeteciler olarak, çok geniş bir manzarayı görebilmek gibi bir ayrıcalığa sahibiz. O manzarayı nasıl sunacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Örneğin, sadece bir ağacın fotoğrafını çeksem, o kare gerçekliği doğru şekilde temsil eder mi? Evet, o ağaç vardı, oradaydı. Ama iki-üç ağacın fotoğrafını çekip, manzaranın tamamını bir ormanın kapladığını söylersem, bu yanlış olur. O ağaçlar gerçek olsalar da, o uzamda var olsalar da, söz konusu uzamın tamamını temsil edemezler. Fotoğrafçılar son derece dikkatli olmalı. Bazen “Hey, bakın! Ben oradaydım, böyle bir şey oldu, o insanlarla konuştum. İşte gerçeklik!” diyoruz. Halbuki gerçekliğin sadece bir parçası o. Fotoğraf temsile dayalı bir mecra. Fotoğrafını çekeceğimiz şeyi seçmemiz gerekiyor. Bir panoramanın tamamını, az ya da çok derinlikli bir şekilde fotoğraflama fırsatı kırk yılda bir geçiyor elimize. Dolayısıyla bir seçim yapmamız gerekiyor. Bir yeri, insanları veya bir olayı en olumsuz bağlamı içinde sunmayı seçtiğimizde, bence, adil ve doğru bir iş yapmamış oluyoruz.

Dans edenler. Slovakya (2010)On yıldır üzerinde çalıştığınız, büyük projeniz ‘Avrupalılar’a gelelim. Böyle bir hikâye anlatmak sizin fikriniz miydi yoksa bir talep üzerine mi başladınız bu projeye? 

Fikir bana ait. Projeye başladığımda elimde herhangi bir maddi kaynak yoktu. Bazı insanlara, kafamda muğlak ama ilginç bir fikir olduğunu anlattım, zamanla gelişeceği umuduyla bu fikir üzerine çalışmaya başladım. O zamana dek, böyle büyük bir proje yapmadığım için bu tür fotoğraflar çekip çekemeyeceğimi, bu tür bağlantılar kurup kuramayacağımı bilmiyordum. Ama bunu, aşmak için çaba göstermeye değecek bir zorluk olarak görüp, çekimlere başladım.

Bu fikir sizin açınızdan neden bu kadar ilginçti? Neden, mesela Latin Amerika’yı ya da ‘Doğu Avrupa’nın değişen yüzü’ gibi bir temayı değil de Avrupa’yı seçtiniz? 

Evet, aslına bakarsanız dünyanın her yeri ilginç. Ama o sıralar Avrupa’da çok dramatik şeyler yaşanıyor ve bunlar haberlerde çok sık yer buluyordu. Avrupa Birliği genişliyor, Euro para birimine geçiliyordu. Birbirinden yalnızca metaforik olarak değil, kelimenin gerçek anlamıyla da duvarlarla ayrılmış olan ülkeler birleşiyordu. Bu gerçekten dramatik ve ilginç bir şeydi. Ben amatör bir tarihçiyim (sanırım birçok gazeteci öyle), tarih kitapları okumayı severim. Tarihle ilgilenen biriyseniz, bunun çok sık yaşanan bir şey olmadığını görüyorsunuz. Sözünü ettiğim dönem yani 2003 ile 2005 arası, en azından Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktası gibiydi. Dolayısıyla, o tarihî anda orada neler olup bittiğini görüp öğrenmek için Avrupa’da bir süre kalmak istedim.

Bu proje için yaptığınız çekimlerde Avrupa toplumunun tüm katmanlarına, farklı sınıflardan, farklı geçmişlere sahip insanlara erişebildiniz mi? 

Hollanda Kraliçesi’nin fotoğrafını da çektim, mültecilerin de. En seçkin sınıflara mensup insanlarla pek fazla vakit geçirmedim. Bunun bir nedeni, bu insanların yaygın anlatılarda fazlasıyla temsil edildiğini düşünmemdi. Onların hayatını belgeleyen bir sürü dergi var zaten, bir de benim gidip özel hayatlarına dair kareler çekmeme ihtiyaçları yoktu. Siyasetçilerle ve bazı zenginlerle de kısa süreli mesailerim oldu. Şahsen, onların hikâyelerinin belgelendirilmesine dönük bir ihtiyaç da görmedim. Kenara itilmiş topluluklarla ve basit, çalışan insanların arasında çok vakit geçirdim.

O halde projenin, bir yanıyla, sesi duyulmayanlara ses vermeyi amaçladığı söylenebilir. Avrupalıların, tarihsel olarak her zaman sesi olmuşsa da, Avrupa toplumları içinde, iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler nedeniyle sesleri duyulmayan kitleler de var.

Kesinlikle öyle. Gazeteci ve sanatçı olarak yaptığım çalışmaların genelinde, hikâyesi anlatılmayan insanların kendi hikâyelerini anlatabilmelerini sağlamak, merkezî bir yere sahip.

Bu, kamuoyunun dikkatini çekmek açısından gerçekten de faydalı oluyor mu? Hâkim kesimin ve kenara itilmiş grupların aralarındaki farklılıkları değil de benzerlikleri görmelerini, ortak çıkarları olduğunu anlamalarını sağlıyor mu?

Zaman içinde anladım ki, kontrolümün dışında olan tek şey, kendi çalışmalarımın etkisi. Birçok genç gazeteci ve sanatçının, esaslı bir toplumsal etki ve değişim yaratacak bir eser üretmek gibi bir hayali vardır. Fakat ben de dahil olmak üzere, çoğumuz hiçbir zaman böyle bir tecrübe yaşamamışızdır. Yine de, çalışmalarımızın, yavaş yavaş büyüyüp gelişen bir değişimin ve kavrayışın parçası olabileceğine inanıyorum. Anaakımın, hâkim anlatının dışında bir şeyle hiç karşılaşmamış insanların bakış açılarını ve zihniyetlerini değiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla, hiçbir zaman çok büyük bir etki yaratamayacağınızı bilseniz de, bu tür çalışmalar yapmak önemli; en azından bir yerlerde, bazı insanlar üzerinde, bir şekilde etkisi olacaktır çalışmalarınızın. Böyle küçük etkiler kimi zaman, nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız şekillerde büyüyebiliyor. Sanatçılar ve fotoğrafçılar olarak, anlatıyı genişletmek, daha kapsayıcı hale getirmek için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Benim fotoğraflarımda yapmaya çalıştığım şey bu. ‘Avrupalılar’ çalışmasına baktığınızda, kafamızdaki ‘Avrupalı’ algısına uymayan birçok yüz olduğunu göreceksiniz. Ama Avrupalılar aynı zamanda böyle bir görünüme sahip; bu da Avrupa’nın hikâyesinin bir parçası. Hikâyeye dahil ettiğim bu yüzler ve görüntülerin, insanların komşularını, vatandaş olarak aynı ülkeyi paylaştıkları kişileri daha iyi tanımalarına, bu konudaki anlayışlarını genişletmelerine vesile olmasını umuyorum.

Bu komşular ve vatandaşlar arasında, Avrupa kıtasından ya da başka yerlerden gelmiş, eski ve yeni göçmenler ve mülteciler de var. Sizce göçmen ve ilticacı yığılması nedeniyle bir kin, düşmanlık oluştuğu söylenebilir mi?Bekleyiş. Berlin (2007)

Evet; şüphesiz, büyük bir düşmanlık doğdu. Ama ben ‘yığılma’ kelimesini kullanmayı tercih etmem, çünkü adil olmaz. Göçmen ve mültecilerin sayısı Avrupa’nın nüfusu içinde küçük bir oran oluşturuyor. Ayrıca, Avrupa bağlamında yasal ve yasadışı göç her zaman hikâyenin bir parçası olmuş. Mültecilik konusunda son beş yıl içinde olanlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşananlarla karşılaştırıldığında, aslında gayet küçük bir hikâye. Fakat bu hikâyeye dair anlatıda, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, iş bulmak için İsviçre’ye giden İtalyanlar, başka ülkelere giden Almanlar ve İspanyollar olduğunu unutuyoruz. Onlar da iktisadi nedenlerle göç etmiş insanlardı. Bu yeni bir hikâye değil. Dolayısıyla bugün olup bitenleri tarihsel bağlamı içinde anlayabilmemiz önemli. Diğer yandan, nihayetinde en önemlisi, tüm bu göçmenlerin insan olması. Hayatları, hayalleri, ümitleri, aşkları olan ve bunları yaşamak için bir fırsat arayan insanlar her biri. Benim annem ve babam da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmişler; ellerinde doktoraları, ceplerinde binlerce dolarları yoktu. Yoksul gelmiş ve yoksulluk içinde yaşamışlar fakat sonra yavaş yavaş bir aile kurmayı başarmışlar. Nihayetinde çocukları başarılı oldu. Göçün başarısının göstergesi budur; çocuklar toplumun kabul gören, başarılı bir parçası olur ve o topluma katkıda bulunurlar. Avrupa ve ABD de dahil olmak üzere, dünyanın her yerinde, göçle nasıl başa çıkılacağı, bu meselenin çözümünde izlenebilecek en iyi yolun hangisi olduğu sorusuna yanıt arıyoruz. Fakat Avrupa olsun, Asya olsun, Kuzey Amerika olsun, içinde yaşadığımız modern dünya, göçler sayesinde oluştu. Bunu gayet net bir şekilde biliyoruz. Sözünü ettiğim soruyu ve gerçeği sürekli olarak unutuyoruz. Aslında hepimiz tarihin bir noktasında ‘öteki’ olmuşken, ‘yabancılar’ı ve ‘öteki’ olarak görülenleri şeytanlaştırmak siyasi açıdan çok kullanışlı bir şey. 

Projeye başlamanızın üzerinden on yıl geçmiş. Bugün ne görüyorsunuz? Avrupa hakkında nasıl bir hissiyatınız var?

Büyük bir çeşitlilik barındıran, birçoklarının düşündüğünden daha fazla entegre olmuş bir Avrupa görüyorum. Ama aynı zamanda, kendiyle kavga eden, ‘birleşme mi yoksa ayrışma mı’ tartışması içinde geleceğe dair kavgalarla kaynayan bir Avrupa görüyorum. Ben hep ,Avrupa’da bu tartışmanın yaşanması gerektiğini düşünmüşümdür. Tamam, çok olumlu ya da verimli bir şekilde yürümüyor bu tartışma; ortalık yanlış bilgiden, tartışmayı zedeleyen propagandalardan geçilmiyor. Ama ben yine de iyimserim. Avrupa’nın yakın geçmişi düşünüldüğünde, bu kıtada yaratılan şey inanılmaz. Bunu çöpe atmak haksızlık olur. Gençlere, otuz yaşın altındakilere dair de iyimserim. Birleşik bir Avrupa fikrinin sunduğu fırsatı tam olarak anlayan Avrupalılar onlar. Ancak ne yazık ki karar alıcılar onlar değil. Avrupa’nın ne kadar inanılmaz, özel ve şanslı bir yer olduğunu daha fazla insanın anlayabilmesi için, Avrupa fikrinin hayatta kalabilmesini umuyorum. Neticede, bu kadar çok farklı kültür ve insanın, daha geniş bir aidiyet çerçevesinde sanat bilim ve sanayi alanlarında işbirliği yapabilmesi, tarihte sık rastlanan bir durum değil.

 



Yazar Hakkında