Hacettepe İngilizce Tıp Fakültesi’nden mezun olan Vural Özdemir 2010 yılında Kanada McGill Üniversitesi’nde teknoloji ile ilgili siyaset bilimi ve inovasyon yönetişimi alanındaki çalışmalarıyla doçent unvanı aldı. Eleştirel yönetişim çalışmaları ve bilgi üretiminin demokratikleştirilmesine odaklanan yazıları, yurtiçinde ve yurtdışında çok sayıda gazete ve dergide yayınlandı. Toronto Uluslararası Film Festivali üyesi de olan Özdemir, bağımsız yazar, editör ve araştırmacı olarak Toronto’da çalışmalarına devam ediyor. Özdemir Agos için küresel popülizm çağında ‘umut’ konusunu kaleme aldı.
Vural Özdemir / TORONTO
Umut, demokrasiyi ve azınlık haklarını yönlendiren ve biçimlendiren temel bir öğe olarak çoğu zaman unutulur. Umut yoksunluğu, atalet ve depresyon ağır basar; etkili direnişi veya demokrasi ve insan hakları tartışmalarına katılımı engeller. Umudun anlam(lar)ını kavramak bu yüzden, otoriter küresel liderler, baskıcı yönetim ve dünya çapında özgürlükçü demokrasileri tehdit eden realpolitik salgını çağında elzemdir.
Sert güç ile post-truth (hakikat sonrası; post-gerçek) bilimin, yumuşak güç ve gerçeğin yerini aldığı; çok kutuplu küresel politikaların, sürekli bir ekonomik ve politik kriz ile reelpolitiğin belirleyici olduğu yeni bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Bu dipsiz kriz zamanlarının tetiklediği iki zihin yapısı var: Umut ve tereddüt. Bu ikiz duygular bugün ölümcül hastalıklardan aile kurmaya veya yeni bir işe başlamaya değin yaşamın her anında ve toplumun her alanında varlığını hissettiriyor.
Fakat umut tam olarak nedir? “Kendini iyi hisset” iyimserliğinden farklı olarak, daha derin bir inanç mıdır? İçinde bulunduğumuz çok kutuplu, otoriteryen ve her türlü duruma ve biçime reelpolitik ile uyum sağlayan akışkan dünyada, karşı karşıya kaldığımız korkutucu sonuçlardan bağımsız olarak umut sürdürülebilir mi?
Sosyolog Zygmunt Bauman (1925-2017) ‘akışkan modernite’ kavramını bir zamanlar modern demokratik toplumları sürdüren sağlam temellerin kayboluşuna işaret etmek için kullanıyordu. Bauman’ın yirmiden fazla yıl önce ortaya koyduğu öngörüleri, günümüzün çok kutuplu dünyasında sürekli krizler, hareketlilik, değişen kimlikler ve aidiyetler aracılığıyla deneyimlenen istikrarsızlığı ve belirsizliği çok iyi yakalamıştır.
Umut bir direniş biçimi olabilir mi?
İlerici demokratik düşünce için umut beslemek ve bunun sürekliliğini sağlamak, küresel popülizme karşı bir direniş biçimi olabilir mi?
Günümüzde popülizmin küresel çaptaki yükselişi, sert güç, yabancı düşmanlığı ve post-gerçek politikalar, en hafif ifadeyle, derinden sarsıcı ve bunaltıcı, ezici bir güç olarak toplumda pek çok kişinin umudunu söndürdüğü için, insanlığa ve adil bir topluma dair umudu ayakta tutmak, daha önce hiç olmadığı kadar önemli.
Umut konusunda bize rehberlik edecek düşünceler, aşırı baskılara veya zor hayat koşullarına maruz kalmış insanların deneyimlerinden derlenebilir. İki örnek, küresel toplumda demokrasi ve azınlık hakları için umutlarımızı ayakta tutması açısından hem çarpıcı hem de ilham verici:
Holokost’tan sağ kurtulmuş bir psikiyatrist olan Victor Emil Frankl (1905-1997), ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabında deneyimlerini ve hayatta kalmak için kendisine güç veren kaynakları dokunaklı bir şekilde paylaşıyor. Şu nokta çok önemli: Frankl ‘insanların yiyecek ve ilaç kıtlığından çok, umut kıtlığından öldüklerini’ belirtiyor ve kontrol edemediğimiz güçlerin sahip olduğumuz her şeyi elimizden alabileceğini ekliyor – bu duruma nasıl cevap vereceğimizi seçme özgürlüğümüz hariç.
Çek şair, oyun yazarı ve devlet adamı Vaclav Havel’e göre (1936-2011), “Umut, iyimserlikle aynı şey değildir. Bir şeyin daha iyiye gideceğine olan inanç değil, fakat sonucu nasıl olursa olsun, bir şeyin anlamlı olacağına dair kararlılık”tır.
Havel’in bu düşüncesi umudu, iyimserlikten açık ara daha derin, dış dünyadan veya kişinin dünyada, hayatta veya işyerinde karşılaşabileceği korku verici sonuçlardan bağımsız bir inanç olarak betimliyor. ‘Bir şeyin anlamlı olacağına dair kararlılık’ tanımı, evrensel insan haklarının önemi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve küresel popülizm çağında bağımsız gazetecilik gibi ilke ve değerlere göndermede bulunuyor olabilir. Havel’in umut betimlemesi akışkan ve her daim değişen dış dünyada bu gibi müzakere edilemez değerlere bir bağlılık içeriyor. En önemlisi, bu tanım, reelpolitik, istikrarsızlık ve diğer her şeyin üzerinde, belli bir özsaygı duygusuna, önceliklerimiz konusunda netliğe, ve evrensel düzeyde neyin daha önemli olduğu ve zamanın sınavına direnebileceği düşüncesine imkân tanıyor.
‘Uyum’ sağlayanlar
Küresel popülizm ayrıca gündelik hayatımızı ve toplumu inceden inceye, fakat önemli biçimlerde etkileyebilir. En yakın arkadaşımızın veya meslektaşımızın ‘burgu makarna’ gibi kıvrıldığına, eleştirellikten uzak, her türlü popülist duruma çıkar kaygısıyla uyum (!) sağladığına tanık olabiliriz. Ancak umut, omurgasız ve Makyavelci doğasıyla popülist bir arkadaştan veya burgu-kişilikten uzaktır. Umut, Havel ve Frankl’ın da ipuçlarını verdikleri gibi, başka bir yerden gelir; kendinden taşan ve zamanının doğrudan kısıtlamalarından kaçabilen daha büyük, ilkeli bir amaç uğruna çalışmaktan gelir.
Ve şayet tüm çabalarımız boşa çıkıyor gibi gözüküyorsa, Fransız-Cezayirli varoluşçu yazar Albert Camus (1913-1960), ünlü sözüyle her zaman imdadımıza yetişir: “Özgür olmayan bir dünyayla baş etmenin tek yolu, o kadar özgür olmaktır ki, sırf varoluşun bile bir başkaldırıdır.” Böylece umut ve direnişimiz küresel popülizm ve onun reelpolitiğine karşı yeniden canlandırılabilir.
Şüphesiz, yaşadıklarımız dünyanın sonu değil. Fakat umudumuzu yitirdiğimizde, popülizm ve reelpolitiğin dalkavukları olma riskini göze almış oluruz – tıpkı uysal burgu makarnalar gibi.
Umut, bize azınlık hakları alanında ve politika oluşturmada yenilikçi çözümler önerebilir. Küresel popülizme karşı direnişe kamusal katılımı baltalayan atalet duygusuna deva olarak, demokrasinin olgunlaşmasına ve gelişmesine yardım edebilir.
Umuda dair bir yazı, hüzünle ilgili bir yorum yapmadan bitmemeli. Ortadoğu’ya has bir kavram olarak ‘hüzün’ sözcüğünün Avrupa veya Kuzey Amerika’da tam bir karşılığı yok. Nihayetinde Ortadoğu, özellikle azınlıkların susturulmuş hikâyeleri ve tarihleriyle dolu bir coğrafya. Hüzün, ne kötümserliktir, ne de bunalım; hatta çoğu zaman bu coğrafyada olumlu bir anlam dahi yüklenir.
Hüzün, Ortadoğu’da umudu ve umut da hüznü besler.
Hüzün ve umut birbirini asla terk etmeyen, ama yine de özgür kalan iki sevgili gibidir.
Bana göre bu, küresel post-gerçek otoriter rejimler zamanında umutlu kalmanın gerçek sebebidir; çünkü hüzün kolayca ve anında umuda ve demokrasiye en beklenmedik şekillerde dönüşme potansiyeline sahiptir.
Var olma hakkımız için kimseden izin alacak değiliz, hele bu post-gerçek zamanlardan, hiç değil.
Rick’in 1942’de çıkan ‘Casablanca’ filminde dediği gibi, “Paris hep bizimle olacak.” Bu sözü, Türkiye ve Ortadoğu’daki tüm azınlıklar için değiştirmemiz gerekirse, “Umut hep bizimle olacak.”
(çev. Gürçim Yılmaz)