Bir ulusun hayatta kalmak için başvurduğu son çare

Sınırları cetvelle çizilmiş birçok devlet var. Bunlar yabancı diplomatlar, sömürgeci güçler, emperyalist yöneticiler tarafından, uzaktan çizilmiş sınırlar; tarihin kazaları sonucunda bağımsız olmuş devletler. Ancak çoğu, tarihin ürettiği o devletin sınırları içinde yaşayanlardan bir ulus yaratma konusunda zorlanıyor. Bugün bazılarının, bir ulusu daha ulus olmadan öldüren, intihar niteliğinde iç savaşlara yenik düştüğüne tanık oluyoruz.

28 Mayıs 1918’de Ermenistan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının ilan edilmesi hiçbir şekilde böyle bir adım teşkil etmiyordu. Söz konusu olan, bir devletin kendi içinde bir ulus yaratma çabası değil, varoluşu tehdit altında olan bir ulusun, çaresizlik içinde attığı son adımdı. Kabul edilmiş düşüncelerin aksine, hem Osmanlı hem de Romanov imparatorluklarındaki Ermeni ulusal hareketi, ezici çoğunluğu itibariyle, ayrılıkçı değil reformcuydu. Bu ulusun hikâyesi, burada anlatmak istediğim devletin hikâyesinden çok daha uzundur.

Birinci Ermenistan Cumhuriyeti’nin (1918-1920) tarihi iyi bilinmiyor. Soğuk Savaş döneminde, Ermeni toplulukları içinde, Cumhuriyet’i ve bağımsızlık fikrini idealize edenler ile, Sovyet makamlarının revizyonizmi nedeniyle her ikisine de karşı çıkan, bunları şeytanlaştıranlar arasında bir kutuplaşma oldu. Sovyetler Birliği’nin ve ideolojisinin çöküşüyle, yarattığı kutuplaşmanın üstesinden gelinmesinde önemli yol kat edilmiş olsa da, Birinci Cumhuriyet konusundaki birikmiş rahatsızlık varlığını halen sürdürüyor. Neoliberal ideolojinin yoğun etkisi altındaki güncel Gürcü siyasi söylemi ile Gürcü Menşeviklerin yönetimindeki cumhuriyet; Azerbaycan’ın mevcut hanedan yönetimi ile Musavat Partisi’nin yönetimindeki ilk Azerbaycan Cumhuriyeti (hatta bugün Azerbaycan’da, biri büyük bir muhalefet partisi, diğeri ise rejim yanlısı ve ‘sahte’ olmak üzere iki ‘Musavat’ partisi bulunuyor) arasında da benzer karmaşık ilişkiler olduğu görülüyor. Rusya örneğinde de, Rus Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, Putin yönetiminin muhafazakâr yetkilileri, Rus Devrimi’nin mesajından rahatsız olmuştu. Geçmişteki kutuplaşma ve günümüzdeki duyarsızlık tarihin önemli bir kesitinin üzerine örtü çekilmesine, Ermenilerin 19. yüzyıl tarihi içindeki yerinin anlaşılmasını güçleştiriyor ve reform, devrim, bağımsızlık, ulus ve devlet gibi kavramların tarih dışı kalmasına neden oluyor. 

Kilisenin gücü

14. yüzyıldan beri, Ermenilerin en yüksek siyasi kurumu kiliseydi. İstanbul’un II. Mehmet tarafından fethedilmesinin ardından, İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kurulması ve 1461 yılında, Başepiskopos Hovagim’in gelenekler doğrultusunda ‘milletbaşı’ olarak tanınmasından beri, Osmanlı İmparatorluğu’nda bu durum geçerliydi. Aynı şekilde, İran’daki Ermeni topluluklarının da Kilise tarafından temsil edildiği kabul ediliyordu ve Büyük Petro, 1716 yılında, Başepiskopos Minas Tigranyan’ı Tüm Rusya Ermenilerinin dinî önderi olarak tanımıştı.

Ermenilerin 19. yüzyıl başındaki siyasi gündemine bakıldığında, temel mücadelenin, Apostolik Ermeni Kilisesi ile, bu kiliseden ayrılıp 1831’de, başında Hagop Çukuryan’ın bulunduğu ayrı bir ‘millet’ statüsü kazanan Katolikler ve ardından, 1847’de tesis edilen Protestan milleti arasındaki mezhepsel çatışmalar olduğu görülür. Bu mücadeleler Osmanlı sistemi içindeki krizin, Batılı misyonerlerin gitgide yoğunlaşan etkisinin ve dinî-seküler kimlik tanımlamalarının yanı sıra, Ermeniler arasında ne kadar yüksek düzeyde bir siyasi aktivizm olduğuna da işaret ediyor. Bu durum Sultan I. Abdülmecid’in, imparatorluğu modernleştirme ve dinî cemaatlerden Osmanlı vatandaşlığı yaratma fikriyle, 1839 yılında, ‘Tanzimat’ olarak bilinen reformları başlattığında iyice belirginleşecektir. Tanzimat’la, Ermeni cemaati –ya da ‘milleti’– içinde, eğitim, vergilendirme ve temsiliyet konusunda cemaat kurumlarında hâkimiyet kurmaya dönük, derin bir iktidar mücadelesi başlar. Bu mücadelenin sonucunda1860 yılında Ermeni Millî Meclisi ve Anayasası doğar ve 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından onaylanır. 

1863 Anayasası

Ermeni cemaatinin kendi anayasasına Osmanlı İmparatorluğu’ndan 16 yıl önce kavuşmuş olması, cemaatin sosyal yapısını da ortaya koyan bir durumdur: Şehirlerde önemli bir mevcudiyeti; yüksek eğitime, matbaaya ve kitle iletişim araçlarına erişimi; Osmanlı’nın sanayi, ticaret ve maliye hayatında rolü olan bir topluluk... Ermenilerin, kendi cemaatlerinin yönetiminin modernleşmesinde değil, Tanzimat’ta ve Osmanlı Anayasa hareketinde öncü ve kritik bir siyasi rol üstlenmesi şaşırtıcı değildir. Hem Ermeni, hem de Osmanlı anayasasının hazırlanmasında önemli bir rolü olan hukukçu Krikor Odyan bu açıdan çok iyi bir örnektir. Apostolik Ermeni Kilisesi bile, özellikle Mıgırdiç Hırimyan’ın patriklik döneminde, reform yönündeki bu çabalara katılmıştır.

Bağımsızlık değil reform

19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler arasında görülen siyasi hareketlilik büyük ölçüde Tanzimat’ın bir parçasıydı ve Osmanlı vatandaşlığını, dinî temelde tanımlanmış cemaatler arasında eşitliği ve hukukun üstünlüğünü kurmayı amaçlıyordu. Siyaset alanında etkin olan Ermenilerin çok büyük bir çoğunluğu, çok geç bir tarihe kadar, bağımsız bir Ermenistan kurulmasını bir seçenek olarak değerlendirmemiş, kendilerini Osmanlı’da topyekûn bir siyasi değişimin parçası olarak görmüşlerdir. Modern Ermeni siyasi partileri, 1887’de Cenevre’de kurulan Sosyal Demokrat Hınçakyan ve 1890’da Tiflis’te kurulan Ermeni Devrimci Feederasyonu Taşnaktsutyun bile, bağımsızlık değil reform talep ediyordu (Hınçaklar bağımsızlık çağrısı yapmıştı ama daha etkili olan Taşnaktsutyun’un yanında zayıf kalıyorlardı). Bu duruşun somut nedenleri vardır: Osmanlı’nın Balkanlardaki vilayetleri ve bu vilayetlerdeki Rum, Sırp, Rumen ve Bulgar nüfusundan farklı olarak, Ermeni nüfusu Osmanlı İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasında bölünmüş durumdaydı. İki imparatorluğun sınırları içinde de ikişer milyon Ermeni yaşıyordu; Rus İmparatorluğu’ndakilerin 1,7 milyonu Transkafkasya’daydı. Dolayısıyla, Balkanları bağımsızlığa teşvik eden Rus İmparatorluğu’nun, Ermenilere de aynı teşvikte bulunmakta bir çıkarı yoktu. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusu, yaklaşık olarak yarısı tarihî Ermeni vilayetlerinde, diğer yarısı ise İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde olmak üzere, ikiye bölünmüş durumdaydı. İmparatorluğun Batı bölgelerinde yaşayan Ermeni burjuvazisinin bağımsız bir Ermenistan’ın kurulmasında herhangi bir çıkarı yoktu, ama imparatorluk içindeki siyasi haklarını ve güvenliğini garanti altına alacak olan reformlarda büyük çıkarı vardı.

II. Meşrutiyet ve sonrası

1908 Jön Türk Devrimi’yle, Ermeniler bir ‘millet’ yani dinî cemaat olmaktan çıkıp ulusa dönüştü. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) liderlerinin öncelikli muhatabı artık Ermeni Patriği değil, Ermeni siyasi partisi Taşnaktsutyun’du. İTC ile Taşnaktsutyun arasındaki temaslar ta 1913’e kadar sürdü; iki taraf birbirini yakından tanıyordu. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenilerinin yok edilmesinin ardındaki amaç bağımsız Ermenistan’ın ortaya çıkmasını engellemek değil, Osmanlı liderlerinin reformdan, hukukun üstünlüğü ve eşitlikten vazgeçtiği bir dönemde, imparatorluk içinde siyasi reformlar için ön saflarda yer alan, ilerlemiş bir toplumsal grubun ortadan kaldırılmasıydı. 

İlk tercih federasyon

1917 Rus Devrimi ve geçici hükümetin kurulmasının sonrasında bile, Ermenilerin siyasi liderleri ‘bağımsızlığı’ tercih etmemişti. Kendi tebaası olan Ermenilere, Süryanilere ve Rumlara yönelik soykırımı sürdüren Osmanlı orduları karşısındaki tek garantileri olan Rusya’nın yanında kalmak istiyorlardı. Bolşevik Devrimi ve Lenin’in, Rus Ordusu’nun dağıtılıp askerlerin cephelerden geri çekilmesine yönelik çağrısının ardından bile, Ermeniler, komşuları Gürcüler ve Azerbaycanlılarla birlikte, ‘Transkafkasya Federasyonu’ adını alacak ve kısa ömürlü olacak yapının altında yer almayı seçmişti. Ermenistan, ancak Gürcistan’ın ve Azerbaycan’ın bağımsızlık ilanlarının ardından, ilerleyen Türk orduları karşısında apar topar Yerevan’ın son savunmasını organize etmek üzere, 28 Mayıs 1918’de bağımsızlığını ilan etti.

Ermenistan’ın bağımsızlığının ilanı, derinden yaralanmış, varoluşunu savunabilmek için kendine ait bir devlete ihtiyacı olan bir ulus tarafından can havliyle atılmış bir adımdı. Dünya tarihinin bu pek bilinmeyen sayfasında, bir dünya savaşı, tehcirler, katliamlar, devrimlerle, gerçeküstü bir dram içinde, bir ulusun kahramanlık dolu doğuş hikâyesi yer alıyor, ve bu hikâye çok daha fazla ilgiyi hak ediyor.



Yazar Hakkında

Vicken Cheterian