Mülteci, sığınmacı, göçmen, kayıt dışı göçmen diye adlandırılan insanlar, devletin yaptığı tanımların yarattığı akıl karışıklığı ve ayrışmanın kurbanı. Üç aylık turist vizesi dolan insan kaçak durumuna düşüyor. Aynı insan sığınma için başvurursa, bu kez sığınma hakkı başvurusu sahibi olarak tanımlanıyor ama hayatı kolaylaşmıyor.
FUNDA TOSUN Fotoğraflar: Erhan Arık
fundatosun@agos.com.tr Haberin galerisine bakmak için tıklayın.
Sınırları icat eden devletler ve hukuk, yerlerinden yurtlarından ayrılarak yeni bir hayat kurmak umuduyla göç eden insanlar için çeşitli terimler kullanıyor. Göçmen Dayanışma Ağı aktivisti Ufuk Ahıska, mülteci, sığınmacı, göçmen, kayıtdışı göçmen diye adlandırılan bu insanlar için devletin yaptığı tanımların yarattığı akıl karışıklığını ve ayrışmayı reddettiklerini söylüyor. 2009 yılında kurulan Göçmen Dayanışma Ağı, yer değiştirme özgürlüğünü en temel insan haklarından biri olarak kabul ediyor ve meseleyi bu perspektiften değerlendiriyor. Ahıska, “İnsanlar üç aylık vizeyle geldiklerinde devlet tarafından önce turist olarak tanımlanıyor. Vizenin süresi dolunca ise kaçak duruma düşüyor. Eğer aynı kişi mülteci hakkı ya da sığınma için başvurursa, bu kez mülteci adayı ya da sığınma hakkı başvurusu sahibi olarak tanımlanıyor. Bu tanımlar değişken, oysa esas olan mesele, seyahat etme ve yer değiştirme özgürlüğünü kullanarak yeni bir hayat kurmaya çalışan insanlar olduğu gerçeği” diyor.
Göçmen Dayanışma Ağı, bu insanların hepsini “göçmen” tanımı altında değerlendiriyor. Onlara göre en temel sorun ise, devletin göçmenlere sürekli kriminal bir vaka olarak yaklaşması. Ahıska, “Devlet ortada yasal bir sorun görüyor ve bu sorunu ise güvenlik politikalarıyla halletmekte ısrar ediyor. Halbuki sorun yer değiştiren insanlarda değil, onların yer değiştirme hakkını elinden alan yasalarda. Yer değiştirme hakkı, tıpkı barınma, sağlık, çalışma, eğitim hakkı gibi bir insanın en temel haklarından biri. İnsanların vatandaş olup olmadığına bakılmaksızın bu temel haklardan sorgusuz sualsiz faydalanması gerekiyor. Arafta yaşayan bu insanların varlığını bir sorun olarak kabul edip, onları insan olarak yok saymak, devletin en mahir olduğu alanlardan biri” diyor.
• Türkiye’deki göçmenlik ol-gusuna ilişkin genel bir değerlendirme yaparak başlayalım...
Türkiye’nin göç meselesi ve göçmenlerle teşrik-i mesaisi için aslında oldukça geriye gitmemiz gerekiyor. Çünkü bu mesele Türkiye Cumhuriyeti’yle ortaya çıkmış değil. Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal, stratejik ve politik olarak uyguladığı bir araç olan göç, kimi zaman homojeniteyi kırmak kimi zamansa homojeniteyi artırmak için kullanılan bir enstrüman. Türkiye Cumhuriyeti de bunu miras alıyor. Bugün konumuz olan göç ya da göçmenlik ise, bir devlet politikasının uzantısı olmaksızın insanların ekonomik ya da sosyal nedenlerle yer değiştirmelerine dayanıyor. Türkiye bu anlamda hem Afrika’nın hem Asya’nın Avrupa’ya, daha doğrusu Avrupa Birliği ülkelerine geçiş kapısı gibi bir konumda. Bu anlamda transit ülke konumunda bulunan Türkiye, aynı zamanda son on yıldır da nihai ülke olarak göçmen alan ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyor. Bu konuda net verilere ulaşmak hayli güç olsa da, bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşlarının verdiği rakamlara göre Türkiye’de 3 milyon civarında göçmen mevcut.
- Türkiye’de göçmenlerin yasal statüsü nasıl belirleniyor?
Türkiye’nin göçmenlerle ilişkisini belirleyen en önemli husus II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki mültecilik hareketlerini yasal çerçeveye oturtan 1951 Cenevre Konvansiyonu. Bu konvansiyonun altına imza atan Türkiye, ülkelere bırakılmış olan bazı şerh haklarından “coğrafi sınırlama hakkını” kullanarak sadece Avrupa’dan gelen insanları mülteci olarak kabul ettiğini beyan ediyor. Avrupa ülkeleri dışından gelenleri mültecilik hakkı vermeyen Türkiye, 2012 yılına gelindiğinde hâlâ politikasını bu konvansiyonla belirliyor. Ve şu anda 24 bin insan mülteci olma hakkını elde etmek için bekliyor.
• AB’nin göçmen politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB bu konuda son derece ayrımcı bir uygulamayla seçmeci bir göçmen politikası uyguluyor. Kendi duvarlarını kalınlaştırıyor, ‘Avrupa Kalesi’ kavramını gerçekleştiren bir göç politikası izliyor. Bu politikanın temel prensibi, duvarları mümkün olduğunca yükselterek göçmenler daha kendi topraklarına girmeden onları eritmek üzerine kuruluyor. Bu amaçla, AB üyesi ülkelerin dış sınır güvenliği için kurulan Frontex için, resmi olmamakla birlikte yıllık 80 milyon Euro gibi bir rakam ayrılıyor. Gemileri, botları, uçakları, helikopterleri ve özel harekât timleri olan bu teşkilat AB ülkelerinden herhangi birine girmek isteyen göçmenleri tabiri caizse avlıyor. Her yıl bu teşkilatın yaptığı operasyonlarda, onlarca göçmen tekneleriyle birlikte suya gömülüyor. AB’nin göç politikasını resmeden bir başka tipik örnek ise Kuzey Afrika ülkeleriyle yaptığı anlaşmalar. Örneğin Kaddafi dönemi Libya’sıyla ya da Fas ya da Tunus ile yaptığı anlaşmalar sayesinde bu ülkelerde Hitler döneminin toplama kamplarını aratmayacak kamplarda ülkelerine giriş yapmak isteyen insanları hapsediyor. Bu kamplar için AB’nin aktardığı paralar ise yine milyon dolarlarla ifade ediliyor. Öte yandan, hemen hemen tüm AB ülkelerinin altına imza attığı Geri Kabul Anlaşması yine göçmenlerin AB ülkelerinde ne derece istendiğinin bir ispatı.
• Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de söz konusu geri kabul anlaşmalarının bir bölümünün altına imza attı. Bu anlaşmaların göçmenler için anlamı ne?
Uluslararası hukuk bir kişiyi geldiği ülkeye sınır dışı etmeyi öngörürken, AB politikası, söz konusu göçmenin sadece vatandaşı olduğu ülkeye değil yol güzergâhı üzerinde bulunan herhangi bir ülkeye iadesini olanaklı hale getiriyor. Yani uluslararası hukuka göre, örneğin bir Senagalli sadece Senagal’e geri gönderilebilirken, geri kabul anlaşmasıyla aynı Senagalli Irak’a sınır dışı edilebiliyor. Bu da şu anlama geliyor, ülke içinde “uygunsuz” durumda yakalanan bir göçmen, bugüne dek kimlik bilgilerini yok ederek ve geldikleri ülkeyle ilgili doğru bilgi vermeyerek fiili bir sınır dışı edilemezlik durumu yaratırken, bugün bu direniş metodunu kullanamıyorlar. Bir göçmeni sınır dışı edebilmek için muhtemel yol güzergâhını bilmek artık yeterli. Bu anlamda, Türkiye, imzaladığı anlaşmalarla artık AB’nin göçmen politikalarının bir uzantısı haline gelmiş bulunuyor.
• Bu bağlamda, Türkiye’nin AB standartlarına uygun olarak hazırladığı ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu Tasarısı Taslağı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yasa taslağı bugüne dek yönetmelik düzeyinde olan ve belli keyfiyetlerle uygulanan göçmenlere ilişkin fiili durumunu AB standartlarına bağlıyor. Fakat bu konuda AB standartlarına uygun hale gelmek ne kadar insani emin değilim. Bu konuda oldukça kötü yasaları olan AB’nin yasalarına sahip olmak bence ileri bir adım olarak değerlendirilemez. Yasa temel olarak göçmenlerin haklarını ve bu hakları nasıl kullanabileceklerini düzenliyor. Ve bunu yaparken de bir AB devleti mantığını esas alıyor. Örneğin yasada yer alan “hızlı değerlendirme yöntemi” ile, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulacak bir dairede bulunanların keyfine bağlı olarak, göçmenler arasında “şüpheli bulunanları, huzursuzluk çıkaranları” 15 gün içinde ülkeyi terk etmeye zorlanabiliyor. Tabii buna bir hafta içinde itiraz hakkı da tanıyor. Ama bu insanlar itiraz hakkını bulundukları “sığınma evlerinden” çıkmayı başarıp da dil problemlerini halledip yetkili idari mahkemeye başvurmayı başarabilirlerse kullanabilecekler!
Aslında bu yasa ile devlet bugüne dek düzenlenmemiş bir alan olarak kayıt dışı bir olguyu yönetmeye çalışırken, şimdiki durumda kayıt dışı olanı kayıt altına alarak kontrol edecek.
• Kayıt dışı insanların kayıt dışı ekonomiye olan girdileri üzerine ne söyleyebilirsiniz?
Sınırdan insan kaçıran insanların kayıt dışı ekonomiye girdisi milyar dolarla ifade edilen rakamları buluyor. Bu durum tıpkı uyuşturucu kaçakçılığı, kumar gibi ülke ekonomisine arka kapıdan giren kalemler arasında ilk sıraları alıyor. Türkiye bu anlamda transit ülke olması nedeniyle uluslararası şebekeler tarafından organize edilen kaçakçılıkla büyük bir pazar haline gelmiş durumda. Bu pazar içerisinde insanlar, kadın çocuk gibi ayrımlar olmadan sadece birer meta olarak anlam kazanıyor. Bu metanın hayatının herhangi bir değeri yok. Bunun trajik sonuçlarını biz ancak hayatta kalmayı başarıp da bir ülkeye ulaşma şansını yakalamış insanlar olursa öğrenebiliyoruz.
Öte yandan, bu insanların ev işinden tekstile, fuhuştan çeşitli illegal işlere uzanan bir yelpazede sömürülmesi olgusu var. En düşük ücretlerle en ‘pis’ işlerimizi yaptırdığımız bu insanları sömürmek ülke ekonomisinin oldukça büyük bir girdisini yaratıyor.