Türkiye’de siyasi ortamın giderek gerginleştiği bu dönemde göç konusu bir kez daha pek çok insanın zihnini meşgul ediyor. Bu vesileyle yakın tarihin sancılı dönemlerinde ‘en yakın ve en uzak komşu’ Ermenistan’a göç etmiş Türkiyeli Ermenilerle buluşmak, onların hikâyelerini ilk elden aktarmak istedik. Büyük bir açıkyüreklilikle hayatlarını paylaşan bu insanların her biri farklı maceralarıyla insanın yeniden başlama gücü ve umudunu ortaya koydu. Sizlerle paylaşıyoruz.
İstanbul’dan Yerevan’a gitmek için kalkacak uçağa ayrılan gişenin önünde uzun bir kuyruk oluşmuştu. Valizlerinin bir kısmını vermek için sırada bekleyenlerin büyük çoğunluğu Ermeni’ydi, uçak Ermenistan’a gidiyordu ve yolcuların hemen hepsi Türkçe konuşuyordu. Haftada dört kez başında beklediği bu sıraya uzun uzun bakan gişe amiriyle göz göze geldiğimizde, belki de bir süredir aklını kurcalayan soruyu benimle paylaştı: “Bunların hepsi Ermenistan’a gidiyor, sahi, ne bok var Ermenistan’da?”
Ermenistan’a gidip oraya yerleşen çok sayıda Türkiyeli Ermeni var. Bir kısmının gidişi 1970’lerin sonuna dayanırken bir kısmı son dönemde böyle bir karar almış gençler… Her biri farklı dürtülerle, farklı beklenti ve hayallerle gidiyor olsa da, şu kesin ki bugün bu eski Sovyet ülkesinin sokaklarında Türkçeyi ve Batı Ermenicesini daha sık işitiyorsunuz.
‘Madımak yanarken Türkiye’deydim’
Uçağın yedinci sırasında yolculuk boyunca yanımda oturan Bitlisli Ermeni Sabri Bey, gişe önündeki valiz kuyruğunda da hemen arkama ilişmişti. Çantaları çok yüklü olduğu için valiz hakkımı paylaştım kendisiyle. El çantasında kendisi için kuru fasulye ve pirinç, ufak kızı için kadayıf, 1995 yılında evlendiği Ermenistanlı eşi içinse yufka vardı. Senede iki defa İstanbul’a geliyor, Türkiye’den özledikleri ne varsa doldurup gidiyor. Gişe memurunun söylediklerini Sabri Bey de işitmiş, bir benzerini Ermenistan’da da duyuyormuş: “Bana öbür tarafta da soruyorlar niye geldin, ben de diyorum sana ne!” Ben de kendisine soruyorum neden diye, ilk söylediği “Madımak yanarken Türkiye’deydim” oluyor.
90’larda Ermenistan’ın yolunu tutan Sabri Bey’in henüz yirmilerine basmamış üç çocuğu var. İki kızı Ermenistan, tek oğluysa Türkiye vatandaşı. Oğlu Ermenistan’da askerlikten muaf olabiliyormuş. Çocuklar başkent Yerevan’da çalışıyor, Sabri Bey’se damla sulama sistemlerini ülkeye sokan ilk kişiymiş, ailece Eçmiadzin şehrinde yaşıyorlar.
‘Hayat bizi buraya getirdi’
Ancak Türkiye’den Ermenistan’a yerleşenlerin ilk adresi kesinlikle Yerevan. Yola çıkmadan önce İstanbul’da kimi arasak, bir kafenin ismini verip hikâyeye oradan başlayın diyorlar; Lerna Balıkçı Özder’in, eşi ve bir ortağıyla açtığı bu mekânın adı ‘Cosi E La Vita’, Lerna’nın sözleriyle, “La Vita, yani hayat, hayat bizi buraya getirdi.”
Hayatın Ermenistan’a getirdiği kişilerin peşinden bu ülkenin yolunu tuttuk. Yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından vardığımızda bizi Nişan karşılıyor. 2013’ten beri devlet üniversitesinde tarih okuyan Nişan’a ‘Yerevan’ın muhtarı’ diyorlar, Türkiye’den giden herkesin istisnasız bildiği ve güvendiği birisi. Kendisi Ermenistan’daki her adımımızda yanımızda olacak, onun hikâyesini ayrıca dinleyeceğiz. Yanındaysa oradaki en yakın arkadaşlarından yirmi dört yaşındaki Türkolog Gevorg, kendine has Türkçesiyle yeri geldiğinde bize tercümanlık yapacak. Gevorg beni görür görmez soruyor: “İstanbul dünyanın en güzel şehri, daha iyisi yok, bu insanlar neden geliyor?” Bir şey diyemiyorum, cevabını yine kendisi veriyor: “Kimliklerini yaşıyorlar da ondan.” Ondan Türkoloji’nin Ermenistan üniversitelerinde puanı en yüksek üçüncü bölüm olduğunu öğrendim, her sene yaklaşık elli mezun veriyormuş. İş imkânları da diğer bölümlere nazaran oldukça fazla… Gevorg tercümanlık ve bir tür danışmanlık yaparak hayatını kazanıyor, ailesi Yozgatlı, kendisi Yeravan’da doğmuş, Türkiye’de pek çok yere gitmiş daha önce, ama bir tek Yozgat’a gitmemiş, “Bu durum zoruma gidiyor, yabancı hissedeceğimden korkuyorum, böyle bir korkum var ve muhtemelen böyle olacak” diyor. İstanbul dışında en çok beğendiği yerse Diyarbakır. Bana orayı soruyor, bugünkü durumuna çok üzülüyormuş. “Orada sana ait bir şeyi yıkıyorlar, devlet aldı ama şimdi ne oldu” diyor, Surp Giragos Kilisesi’nden bahsederek. Nişan’la Gevorg aralarında Ermenice değil Türkçe konuşuyorlar, Nişan bu durum için, “Ben Batı, o Doğu Ermenicesi konuşuyor, ama biz aynı Türkçeyi konuşuyoruz” açıklamasını getiriyor. Birer parça kızarmış hamurla kahvaltımızı yapıp Yerevan’da bu Türkçenin en çok konuşulduğu yere gidiyoruz. Gevorg’un bir parça votka içtiğini de eklemeliyim.
Yola çıkaran milatlar
Lerna’yı Ermenistan’a getiren hayatta, dönüm noktası olan iki gün var. Bunlardan biri kardeşi Sevag’ı kaybettiği 24 Nisan 2011... Eskiden abla-kardeş beraber bir kafe açmayı hayal ederlermiş. Sevag kendisine “Askere gidip geleyim beraber bir kafe açalım” demiş. La Vita’da da Sevag’ın sevdiği yemekleri yapıyor, bunların başında sufle var. Lerna, “Burada sufleye ‘lava cake’ deniyor. Bunu sevdirmeyi başardık, afiyetle yiyorlar. Sevag börek de çok severdi, ama burada yufkayı bilmiyorlar. Onu da artık ikram ediyoruz, zamanla beğenirler umarım. Zeytinyağlılar, topik, burada hiç yenilen şeyler değil, İstanbul Ermeni mutfağını bilmiyorlar” diyor. Âni bir kararla geldiğini söylüyor, bu âni kararın nasıl oluştuğunu da uzun uzun anlatıyor.
İstanbul’da organizasyon işinde çalışan Lerna’nın eşi Şant da bir yatırım firmasında yöneticilik yapıyormuş, ortakları Alex Fındıkoğlu’ysa Perşembe Pazarı’ndan. Altı ay önce açtıkları Cosi E La Vita şehrin en gözde caddesinde, çaprazında William Saroyan heykeli, hemen yanında da Yerevan’ın en turistik yeri olan, katlı merdivenlerden oluşan meşhur Kaskad. Kafe adeta İstanbullu Ermeniler Derneği gibi çalışıyor, sadece Yerevan’dakilerin değil İstanbul’dan gelenlerin de ortak mekânı. Bizim ilk ziyaretimizde de böyle pek çok konuk vardı. Menüde de tahmin edebileceğiniz gibi İstanbul yemekleri ve mezeleri.
Kafedeki başka bir masadaysa Halep’ten daha dokuz ay önce kaçıp gelen kuyumcu Sarkis Hanzovyan oturuyordu. Kendisi Nişan’ı görüp yanımıza geldi, aslında Ermenistan’a evlenmeye gelmiş ama umduğunu bulamamış, Lazkiye’ye geri dönecekmiş. “Orası şimdi rahat” diyor, hali vakti de yerindeymiş. Benim neden Yerevan’da olduğumu sordu, ben hikâyeyi anlattıktan sonra, şehirdeki başka bir arkadaşından bahsetmeye başladı, “Arkadaşınız İstanbullu mu, kendisiyle konuşabilir miyim” diye sordum, “Hayır” dedi, “Buralı, Ermeni”, Yerevan’dakiler İstanbulluları pek Ermeni’den saymıyor. Lerna da bundan dertli, açtıkları kafe ve sundukları yemekler henüz Yerevanlıların ilgisini yeteri kadar çekememiş. Ancak üç ortak Yerevanlılara hitap etmekte çok kararlı.
Yeni bir hayat yeni bir umut
Lerna İstanbul’dayken de Ermeni toplumunun içinde olmadığını, ayrı bir yaşantısı olduğunu söylüyor. Kardeşi Sevag Balıkçı’yı, zorunlu askerliğini yaptığı sırada bir nefret cinayetinde kaybedince, kiliseye de gitmez olmuş, “İnancımı kaybetmiştim, cevabını alamadığım çok soru vardı, bu bir dibe vurmaydı” diyor. Lerna’yı Ermenistan’a getiren başka bir dönüm noktasıysa 30 Mayıs 2013… “Sevag’ı kaybedeli yaklaşık iki hafta olmuş, bir gün babam kalktı, ‘Benim yaşamak için bir sebebim kalmadı, ne yapacağız biz’ dedi.O gün eşim çıktı ve ‘Dede olacaksın’ deyiverdi.” Şant ve Lerna 2006’dan beri evli, hayattaki planları çalışıp kazandıkları parayla gezmekmiş, çocuk sahibi olmayı da düşünmüyorlarmış. Lerna, “Ben eşime baktım, ‘Ne alaka’ dedim, böyle bir şeyi ilk defa duyuyordum. Bu mümkün değildi, psikolojim sıfır, ‘Bu insanları ayağa kaldırmak için bir çocuk şart’ dedi eşim” diye konuşuyor. 30 Mayıs 2013 de çocukları Odin’in doğum günü.
‘Böyle de bir gezegen varmış…’
Odin aile için bir rahatlama olmuş, ancak Lerna’nın kafasında onun hayatını Ermenistan’a yönlendirecek yeni bir korkuya da yol açmış, “Odin büyüdükçe bu çocuğu askere gönderemem diye bir düşünce oluştu zihnimde. Ermenistan bir kaçış olabilir dedim. Bir ay içinde karar verip geldim” diyor. Kendisine gelmeden önce Ermenistan’la ilgili ne biliyordunuz, diye soruyorum, “Böyle bir ülke olduğunu ilk kez doğru dürüst 2012’deki Ermeni Oyunları haberini duyunca idrak ettim. Öncesinde Ermenistan nedir, nerededir, orada ne yaparlar bilmezdim, ilgilenmezdim” diyor ve ekliyor: “Uçaktan indim, Ermenice yazıları görünce böyle de bir gezegen varmış dedim. Sonra da eh be kızım neden hiç gelmedin buraya, diye düşündüm kendi kendime. Senin dilini konuşan bir ülke var, bununla yüzleştim. Şimdi buranın iyi günleri, ama kötü günleri de olmuş, neden gelmedim ki o zaman diye geçirdim içimden.” Sevag’ın sevdiği yemekleri yapıyorsunuz, ama Ermenistanlılar bu yemekleri sevmezse ne olacak, diye soruyorum. Lerna, “Bu beni üzmez, Batı yemeklerini bilmiyorlar, nereden bilecekler çünkü burası Doğu. Ben de kızdım baştan topiği neden bilmiyorlar diye, ama düşününce yargılamamak lazım” diyor.
Tesadüfün belirleyiciliği
La Vita’nın ortağı Alex Fındıkoğlu ise Ermenistan’da yaşamanın bugünden zor olduğu, Türkiye’den oraya ulaşım sağlamanınsa daha da sıkıntılı olduğu bir zamanda, 1997 senesinde, henüz kendisi on altı yaşındayken, İstiklal Caddesi’nde tesadüfen bir Ermenistanlıyla tanıştığında, bir gün bu ülkeye taşınmayı kafasına koymuş. Alex’e adres soran bu kişiyle aralarında bir iletişim başlamış. Mektuplaşmalar, telefonlaşmalar derken, Alex Ermenistan’ı daha da çok merak eder hale gelmiş, 1999’da on sekizine daha henüz girmişken, atlayıp otobüse Ermenistan’ı görmeye gitmiş.
“Bindim otobüse gidiyorum. Herkes Ermenice konuşuyor, acayip mutluyum” diye başlıyor anlatmaya o günleri. O dönemin Ermenistan otobüslerinde fazla yükü taşımak için bir römork da olurmuş, Alex’in bindiği otobüs, bu römorkta taşınan mallar için önce Gürcistan sonra da Ermenistan gümrüğünde birer gün beklemiş, yolculuğu toplamda tam yetmiş saat sürmüş. Otobüs bu yetmiş saatin sonunda Yerevan’ın merkezine yakın, eski itfaiye binasının orada durmuş. Alex, “Şehir zindan gibi o zamanlar” diye anımsıyor. Tam da bu ilk ziyareti için şehre ayak bastığı 27 Ekim günü, Ermenistan tarihinin en önemli olaylarından, ülkenin başbakanı ve meclis başkanıyla birlikte sekiz vekilinin öldürüldüğü parlamento baskınına tanıklık etmiş. 5 gün kalıp geri dönmüş. 2000’de bir daha ve 2001’de bir kez daha, yine aynı yolu otobüsle teperek Yerevan’a gitmiş. Daha sonra arkadaşlarını, akrabalarını götürmüş, “İnsanların burayı sevmesini istedim” diyor. Evine uydu anteni bağlatıp sabah akşam Ermenistan televizyon kanallarını izlemeye başlamış. 1981 doğumlu Alex’in pasaportunu açıp baktığımızda, 2015 yılının Nisan ayında, toplamda on altı sene çalıştığı Perşembe Pazarı’ndaki işini bırakarak, tası tarağı toplayıp Ermenistan’a yerleşene kadar, Üsküdar’dan kalkıp Yerevan’a tam kırk beş kere giriş yapan birinin hikâyesini okuyoruz. Alex, “O sevgi benim içimde var, açıklayamam, dönmeyi hiç düşünmüyorum. Pişman da olacaksam, burayı bu yaşta yaşayayım” diyor kararlılıkla.
‘Burası bir ülke’
Alex bugüne kadar Türkiyeli yaklaşık yirmi kişinin Ermenistan pasaportu alması için de yardım etmiş, “Kim isterse benimle bağlantıya geçsin. Ben burada vatandaşım. Yabancısı hissetmiyorum kendimi, burada evlenirim de, neden olmasın” diye de ekliyor. Oraya yerleşme kararını herkes desteklememiş, “Bütün Türk arkadaşlarım hayırlı olsun dedi, Ermeni arkadaşlarımsa aptal mısın, neden gidiyorsun, diye sordu. Neden gitti oraya diye arkamdan bazı şeyler söylenmiş. Sonra buraya gelip gördüler, ‘Biz çok alay ettik, çok kınadık ama iyi ki gelmişsin, en iyisini yapmışsın’ dediler” diye konuşan Alex, bize uzun uzun Ermenistan’ın sorunlarından, bunların nasıl çözülebileceğinden bahsediyor. Alex, “Biz İstanbul’da cemaat olarak yaşıyoruz, ama burası bir ülke, insanların bunu anlaması lazım. Burada hırsız da var, haydut da, yalancı da, cinayet işleyeni de var, her şey var. Biz Müslüman bir ülkede, üstelik kimliğimizi gizlediğimiz, gizlemeye çalıştığımız bir ülkede hayatımıza burada olduğundan çok daha fazla dikkat etmek zorunda kalıyoruz. Kaç tane Ermeni, Anadolu’da bir Müslüman’ı dolandırabilir, ama burada herkes Ermeni” diyor.
Parçaları Yerevan’da bütünlemek
İnsanları Türkiye’den alıp Ermenistan’a sürükleyen hayat herkes için Alex’te olduğu kadar mutlak bir rotada seyretmemiş. Tıpkı yine La Vita’da tanıştığımız 63 yaşındaki Haço gibi. Onun hikâyesinde Ermenistan’a taşınana kadar hayatındaki her şey yarım kalmış. Burada kendini bulup İstanbul, Venedik, Grenoble, Paris, New York’ta beş parçaya bölünenleri Yerevan’da birleştirmiş, tam 25 senedir burada yaşıyor.
“1965 yılında bize okulda bir şarkı öğrettiler, aslı ‘Ermenistan’ın Kırmızı Şarabı’ydı, ama bize Ermenistan yerine ‘Bağın Kırmızı Şarabı’ dememizi söylediler. Ermenicede Ermenistan ve bağ kelimeleri benziyor. Ermenistan kelimesini kullanmak tehlikeli, dediler. O zaman kafamda tık etti Ermenistan diye bir memleket var bu dünyada” diyen Haço, “Ben aslında kendimi mecbur ettim sevmeye. Serde biraz solculuk da vardı, Sovyetlere karşı bir sempati, hem sosyalist bir ülke hem de Ermenistan… Millet olarak bizim istikbalimiz burası” diye devam ediyor hikâyesine.
‘Bırakıp gitmekten başka bir şey yapamam’
Haço hayatı boyunca Ermeni kimliğini en doğal haliyle yaşayabileceği bir yeri aradığını ve bu anlamda sürekli keşfetmeye açık olduğunu söylüyor. On üç yaşında Venedik’teki papaz okuluna göndermişler onu. “Ben o yaşta Avrupa aşkıyla ayrıldım Türkiye’den, orada yaşayıp oradaki Ermeni kültürünü öğrendim. Bazen hoşuma gitmiyordu, milliyetçi şeyler söylüyorlardı, ben biraz isyankâr biriydim” diyen Haço, Venedik’te okurken papazlara da isyan edip “Ben bunlarla yaşayamam”diyerek İstanbul’a dönmüş. Pangaltı Mıhitaryan Lisesi’nde okumuş, tarih ve coğrafya öğretmenleri Türk’müş ve Haço’nun konuştuğu Türkçeyle dalga geçiyor, ‘Ne biçim Türkçe konuşuyorsun?’ diyorlarmış. Bu sefer de Haço’nun Ermeniliği daha ortaya çıkmaya başlamış. Kendisini ezmek istediklerini düşünmüş, dönüp İstanbul’da tekrar yaşadıktan sonra ‘Papazlar bile buradan iyidir’ demiş, “Sonra farkına vardım ki ben bırakıp gitmekten başka hiçbir şey yapamam” diyen Haço, 1980’de arkasına bir daha bakmadan Türkiye’yi terk etmiş. Yolu tekrar İtalya’ya, sonra Fransa’ya, oradan da Sovyet Ermenistan’ına düşmüş. Yerevan’da üniversitede bir sene okuyup bırakmış; orada tanıştığı Romanya doğumlu, ailesi Kayserili, kendisi aslen New York’ta yaşayan Ermeni bir kadınla tanışıp evlenmiş. Bir süre New York’ta yaşamış, orada ayrı yumurta ikizi olan çocukları dünyaya gelmiş, şimdi kızı 1915 öncesi dönemde Ermeni-Kürt ilişkileri üzerine doktora yapıyormuş, oğlu ise Yerevan’da ABD’li bir firmada bilgisayar programcısı. Amerika’da üç sene geçirdikten sonra Ermenistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla 1991’de Yerevan’a taşınmışlar, gidiş o gidiş yirmi beş senedir burada. Arada eşinden ayrılmış, çeşit çeşit iş yapmış, tercümanlık, gazetecilik, fotoğraf stüdyosu ve pizzacı dükkânı işletmiş, büyükelçiliklerde çalışmış: Bütün bunları anlatırken yüzünden bir saniye olsun gülümseme eksik olmuyor, “İtalyan yemeklerini severim ama Türkiye’nin bende yeri ayrıdır” diyor, Van’ın ne kadar güzel olduğundan, oradaki manastırlardan bahsediyor, “Ermenistan benim en büyük keşfim” diyor ve ekliyor: “Dışardakileri ayakta tutan şey Türk’e karşı duyulan o nefret, buradakilerin Ermeni kalmak için öyle bir nefrete ihtiyacı yok. O nefret ki Diasporada çocuk yaşta oluşuyor, buraya gelince azalıyor, çünkü anlıyorsun ki nefret etmekten başka çok şey var; Ermeni olmak demek Türk’ü sevmemek demek değil, burada bizim için Ermeni olmak doğal, kendiliğinden olan bir şey.”
Masis’teki Musadağlılar
Ertesi gün Yerevan’ın dışına çıkıp Masis şehrinde, Ermenistan’a Sovyetler zamanında gelip yerleşen bir aileyi ziyaret edeceğiz. Masis bugün çoğunlukla Antakyalıların yaşadığı bir yer, burada eskiden bir Ezidi Köyü bulunuyormuş. Karabağ Savaşı’ndan önceyse bölgede Azerilerin oturduğu binalar varmış. Şimdilerde Yerevan’ın batısındaki Masis’e aracımızı sürerken arada bir araba pazarı dışında geniş bir düzlükle karşılaşıyoruz.
Konuk olduğumuz evin büyüğü 75 yaşındaki Keğam Mardiryan, İstanbul’u terk edip yanına eşi Kınar ve sekiz yaşındaki oğlu Vartkes’i alarak Sovyet Ermenistan’ına gitmiş. 24 Ekim 1979 günü Yerevan’a indiklerinde Sovyet yönetimi onlara yer olarak üç seçenek sunmuş. Elinde bir mesleği olmadan gelen Keğam Bey de araba tamirciliğini uygun görmüş. Eşi İstanbul’dayken Feriköy Okulu’nun aşçılığını yaparmış, Ermenistan’a yerleştiklerinde bir fabrikanın yemekhanesinde aynı işi yapmaya devam etmiş, kırk senedir ailece aynı yerdeler. Vartkes Bey bugün 50 yaşında, Ermenistanlı eşi Lilit’le beraber yirmi ve yirmi bir yaşlarında iki kızları ve on bir yaşında bir oğulları var. Vartkes Bey oğlu Hırant’ı yanına çağırıyor, “Nerelisin” diye soruyor, oğlu da “Musadağlıyım” diye cevap veriyor.
Aile 1967’de Vakıflı Köyü’nden İstanbul’a göçmüş, Kurtuluş’ta bir ev alıp yerleşmiş, ta ki Ermenistan’a geçene kadar… Masis’teki Musadağlılar her sene Eylül ayının üçüncü haftası harisa pişirip adak adarlarmış. Geçen sene direnişin yüzüncü senesinde yüz kazan kaynatmışlar. Başka önemli günlerde, dini bayramlarda toplanıyorlarmış, onlar gibi dört-beş aile daha var. Hâlâ Musadağ yemekleri yiyorlar, Vartkes Bey’in eşi Lilit Hanım da bu geleneksel lezzetleri öğrenmiş, aileyi memnun etmek için aynı tarifleri uyguluyor. Vartkes Bey, “Annemle kavgam var, bakkaldan bulgur aldıramıyorum ona, illa ki buğday alacağız kendisi yapacak bulgurunu” diyor. Keğam Bey’se eşini savunarak, “Dükkândaki sahtedir de ondan. Ateşi göstermeden çekiyorlar buğdayı” diyor. Keğam Bey ve tüm aile hayatlarından memnun, bir tek rokayı özlüyormuş çünkü Ermenistan’da bulunmuyormuş, “Burada bir ot var tahta biti gibi” diyor taze kişnişten bahsederek. Eşi Kınar Hanım’ı göstererek, “Eşim alıştı ama ben yiyemem, hiç sevmem” diye de ekliyor. Vartkes Bey’se araya giriyor, bizim kültürümüz onların kültüründen üstün anlamına gelecek laflardan kaçınmak gerektiğini düşünüyormuş, “Bu yediğin kaba pislemek olur” diyor ve ekliyor, “Burada affedersiniz hepimiz Ermeni’yiz sonuçta.” Ancak Keğam Bey sormadan duramıyor: “Bir dahaki gelişinde tatlı patates tohumu getirir misin? Buradaki patatesi de pek sevemiyorum da...”
Kendi kokusundan rahatsız olmak
Vartkes Bey’in kızı Hasmik, yönetmen Eylem Şen’le beraber Musadağlıların öyküsünün anlatıldığı ‘Portakalın Uykusu’ adlı bir belgesel hazırlamış, Vartkes Bey’in kendisi de bir tarihçi. Öğretmenliğin dışında kültür işleriyle de yakından ilgili, turist rehberliği de yapıyor, Ermenistanlı gruplara Ani ve Van gibi yerleri gezdiriyor. Neden geldiniz buraya diye sorunca, “Bunu anlamak için Ani’yi, Van’ı çok iyi gezmeniz lazım, oraları iyice görünce bu soruyu sormak anlamsızlaşıyor. Hani derler ya kuş kendi kokusundan rahatsız olup başka yere yuva yaparmış, ama kendisinden geliyor koku. İnsan da aynı işte, biz de kendi kokumuzdan rahatsız olup Türkiye’den ayrıldık” diyor.
Gerisiyse onca zaman biriktirdiklerinin bir iç döküşü olarak akıyor: “Biz Ermeniler ne anlatırsak anlatalım, ister yemek anlatalım ister başka bir şey, konu dönüp dolaşıp bir kopuş noktasına varıyor, o nokta da 1915. Sen insanları öldürmüşsün, sonra da ellerinden kültürlerini almışsın, yaşatmalarına izin vermemişsin. Şimdi karşımda misal yirmili yaşlarında bir genç duruyor, sen ona bu soruları sorduğunda o konuyu anlayamıyor, çünkü onun içindeki acının önce dinmesi lazım. Ama bugün Türkiye’de çıkıyor adam hâlâ gavûr diye laf ediyor. Bu devlete güvenemiyoruz, yine kandıracaklar, diye düşünüyoruz. Şimdi devir değişti diyorlar ama bugün hâlâ anlatılan Ermenileri kurtaranların hikâyeleri değil, Ermenileri kesenlerin hikâyeleri. Sonra da üstüne bana hâlâ Ani’ye, Van’a gittiğimde define nerede diye soruyorlar. Define bendim kardeş, bendim, yanında yaşayacaktım, dükkan açacaktım, komşu olacaktık, bundan memnun olacaktık.”
Aklında Türkiye olan gençler
Peki diyorum Vartkes Bey, kızınız bir gün çıkıp da ‘Ben Türkiye’ye gidip orada yaşamak istiyorum derse ne dersiniz’ diye soruyorum, çünkü Ermenistan’da yirmili yaşlardaki gençlerin aklında ülkeden ayrılmak olabiliyor. Hasmik daha önce hiç bilmediği Türkiye’yi belgesel çekimleri sırasında tanımış, orada arkadaşlar edinmiş ve düşünceleri değişmiş. Vartkes Bey uzun uzun konuşuyor ama tam bir cevap veremiyor, sonra da “Belki de gerçekten yapması gereken budur” diyor.
Gitmek isteyen gençlerden biri de yirmi dört yaşındaki Türkolog arkadaşımız Gevorg, Rusya’da iş yapan şirketlerde çalışabileceğini düşünüyor. Ülkedeki sıkışmışlığın gençlere de yansıdığını söylüyor. Aramızda Nişan da var, o Gevorg’un aksine bazı diyalog projeleri, Türkiye-Ermenistan halkları arasında yürütülecek işler olursa Yerevan’da kalabileceğini ve hatta kalmak istediğini düşünüyor, ancak kararsız. Kendisi zamanında yolu Agos’a düşmüş kişilerden birisi, üçümüz beraber Yerevan’ın merkezindeki ünlü bitpazarı Vernisaj’ı geziyoruz.
Gitmek mi kalmak mı?
Gevorg, “Kararsız kişileri sevmiyorum, insan ne istediğini bilecek” diyor. Ben 1980 Moskova Olimpiyatları’ndan kalma bir cep dürbününü beğeniyorum, büyük stadyumda pistte olanları göremeyenler için üretilmiş. Bana “Eğer bunu almak istiyorsan bana böyle diyeceksin: ‘Bunu almak istiyorum’, kararsızlık yok, istiyorsan pazarlık yapıp alacağım” diyor, bir yandan pazarlık yapıp fiyatı düşürmeye çalışırken bir yandan da bana dürbünü beğendirmek için özelliklerini sıralıyor. Nihayetinde dürbünü alıyoruz.
Nişan’sa Gevorg gibi değil, Yerevan’daki hayatı kararsızlıkla dolu. Üniversitede öğrenim görmek için geldiği ilk dönemde üç yılda yedi-sekiz ev değiştirmiş. Kimisinin merkezi ama kötü, kimisinin soğuk olduğunu söylüyor, şimdiki evinin durumu da belirsiz, Mart’ta yine taşınabilirmiş. Buraya gelmeden önce biri üç hafta diğeri on günlük geziler olmak üzere iki defa Ermenistan’a gelmiş, bu ziyaretlerde farklı ülkelerden gelen Ermenilerle tanışmış, Ermenistan’la ilgili geri kalan bilgisi orayı deneyimleyen başka arkadaşlarından dinledikleri. Buraya neden geldiğine dair kişisel sebepler soruyorum, siyasetten, tarihten ve idealistçe olduğunu söylediği birtakım şeylerden bahsediyor. Buraya kendini ait hissettiği anlar varmış, mesela 2014 ve 2015’te Ermenistan gençliğinin ayaklandığı eylemlere katılmış. Üniversitedeki ilk gününde ona “Nereden geliyorsun, Türk müsün?” diye soran bir öğrenciyle laf dalaşına girmiş, daha sonra onunla çok yakın arkadaş olmuş. Nişan üniversiteden başka çok yakın başka arkadaşları olduğunu da söylüyor; Harut, Samvel, Zabel ve Diana, yine istisnasız hepsiyle ilişkisine kavga ederek başlamış, daha sonra hepsinin açık fikirli kişiler olduklarına karar vermiş. Gevorg, “Tarihteki olaylar Türkiye’deki Ermenileri Ermenistan’a taşımaya devam ediyor” diyor. Türkiye’nin güvenli olmadığını düşünüyor, yine Diyarbakır ve Surp Giragos örneğini veriyor. “İstanbul Ermeni Cemaati’nin yüz yıllara dayanan bir tarihi, kendine özel bir kültürü, dili var, ama bunlar giderek kayboluyor. Sorunlar var, bunun içinde buraya geliyor olabilirler” diyen Gevorg, “Sırf dinini yaşamak için gelen çok azdır, ama insanlar İslam’dan bıkmış olabilirler, ‘Biz burada kadınların saçlarını görmek istiyoruz, burada yarı çıplak gezmek istiyoruz’ diye de düşünüyor olabilirler” diyor. Nişan’sa bunlardan ziyade kendi hayatıyla ilgili bıkkınlık yaşadığı bir dönemde olduğunu söylüyor, “İstanbul’da yaşamımın sıfır noktasına inmiştim, Ermenistan’a gitmek düşüncesi benim için kendime tutunmak anlamına gelebilirdi” diyor. Yerevan’daki üniversiteye kabulü de hayatının az da olsa tekrar yükselişe geçtiği bir zamana denk gelmiş. Ermenistan’daki ilk günlerde çok zorlanmış, “Kayıt sorunu yaşadım, kaldığım otel pis bir yerdi, ikinci hafta döneceğim dedim. İletişimim de dil yüzünden zayıftı, bir ay süründüm” diyor, ama bugün hayatından memnun. ‘Yerevan’ın muhtarı’ lakabına layık görülebilecek kadar tanınan birisi. Gevorg ise şansını Rusya’da denemeye kararlı.
Abovyan’da bir Malatyalı
Vernisaj’dan ayrılmaya yakın Malatyalı Stepan ustayı görüyoruz. Abovyan’daki marangozhanesinde ürettiklerini burada satıyor, onunla daha sonra buluşmak üzere sözleşiyoruz, ertesi gün de sabahtan Stepan Bey ve oğlu Sevan’ın atölyesine atıyoruz kendimizi. Abovyan şehri Yerevan’ın suyunun geldiği yer, oraya göre daha yeşillik, Malatyalı Stepan da atölyesinin etrafına on sekiz tane kayısı ağacı dikmiş, hepsi de tutmuş. Torunu da kendi ve oğlu gibi marangoz olmak için ilk adımını atmış. Zamanında İstanbul’dayken varlıklı ailelere sipariş üstüne mobilya yaparmış, Ermenistan’daysa talebin az olduğunu söylüyor. Daha çok hediyelik eşyalar ve tahta kaşıklar yapıyor, bana da özel koleksiyonundan ceviz ağacından yapılma iki güzel kutu çıkardı. Bir yandan da sobada patates pişiyordu.
Stepan Bey, “Biz Türkiye’nin zor zamanında geldik buraya” diye başlıyor söze. 12 Eylül döneminde gelmiş, ama 1977’de önden bir keşfe gelmiş zaten, o zaman akrabaları varmış Ermenistan’da, Fransa’dan Ermenistan’a geçen Malatyalılar. Malatya’da 21 sene yaşamış, doğma büyüme oralı, “Askere gittim bir daha da dönmedim” diyor, “Bütün okulları kapatmışlar. Dilimiz kaybolacaktı, bu sebeple Malatya’daki bütün Ermeniler İstanbul’a göç etti.” Sandıktan Malatya’dan kalma bir cenaze fotoğrafı çıkarıp gösteriyor, “Bak bu Hrant Dink’in büyük babası, şu sadece gözleri görünense nenesi” diyor.
Bir gömlek borcu
1977’de buraya geldiklerinde burada bir vatanları olduğunu görmüşler. “1915’in üzerinde de durmuyorum sadece, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül” diyor, bunları çok iyi bildiğini, o dönem İstanbul’da olduğunu söylüyor ve “Türklerin bana bir gömlek borcu var” diyor. Niye, diye soruyorum, başlıyor anlatmaya: “Amerikalı denizciler gelmişti, kırmızı bir gömlek almıştım ki ne gömlek ama biliyor musun, hiç giymedim. O gün de 6 Eylül, bayrak asacağız. Ne yapalım benim gömleği kestik, abim de terziydi, hemen bir ay-yıldız yapıştırdık. Bizim kapıyı kırdılar, bayrağı görünce dokunmadılar bize. Hâlbuki daha evlenmemiş güzel bir gençtim, o gömleği de dışarda giyecektim.”
Bakırköy’de Niyazi Bey Sokak’ta eliyle yaptığı beş katlı evi varmış Malatyalı Stepan’ın, “Her on senede bir başımıza bir şey geliyor, ne bu kardeşim” deyip çoluğu çocuğu toplayıp gitmiş. Stepan Bey’e yerleşmeden önce Ermenistan’la ilgili ne biliyordunuz, diye soruyorum. Bana, “Aile yok, herkes birbiriyle yatar, gidersin ki hanımının yanında başka bir erkek var, girmeye hakkın yok” diyor, oğlu Sevan’sa “Yanlış anlamayın babam komünist yönetimi anlatıyor” diye araya giriyor. Stepan Bey, “Bize öyle anlatırlardı, ama geldik bir baktık ki buraya, akrabalar her şey burada. Aman ne güzel bir rahatlık, kadınlar sabaha kadar istediği gibi sokakta dolaşıyor, herkes tahsilli. Burada her şey var, ne yapacağız Türkiye’de” diyor. “Hrant benim akrabamdı” diyor bir de Malatyalı Stepan ve ekliyor: “Bizim evimiz yüz metreydi, Hrant geldi burada bana da uğradı, “Oğlum gel buraya yerleş dedim, seni orada bırakmazlar dedim, ama işte son görüşüm de bu oldu…”