Bu hafta vizyona giren 'Ansızın' filminin yönetmeni Aslı Özge'yle arada kalmış karakterlerin dünyasını ve Almanya’da sinema yapmayı konuştuk.
Aslı Özge’nin Almanya’da çektiği üçüncü uzun metrajlı filmi ‘Ansızın’ bu hafta vizyona girdi. Flört ettiği kadının aniden ölmesinin ardından hayatı alt üst olan genç bir adamın güçlenirken zalimleşmesini konu alan film, iyilik, kötülük, burjuvazi ve göçmenlik meselelerine dair katmanlı senaryosu ve olgun sinema diliyle dikkat çekiyor. 66. Berlin Uluslararası Film Festivali’nden Label Europe Cinemas Özel Mansiyon ödülüyle dönen ‘Ansızın’ın yönetmeni Aslı Özge’yle, arada kalmış karakterlerin dünyasını ve Almanya’da sinema yapmayı konuştuk.
İlk filminizden bu yana sinemanızda hep arada kalmış, huzursuz, bir çıkış arayan karakterleri görüyoruz. Yazarken hesap ediyor musunuz bunu?
Hesaplayarak yaptığım söylenemez ama dert edindiğim konulardan biri bu. Farklı nedenlerle ve farklı şekillerde kendini sıkışmış hisseden, bir çıkış arayan karakterler oluyor her filmimde.
‘Ansızın’da her şeyini kaybeden ve kurban pozisyonuna düşen bir adamın, gücü elde etmesiyle bir zalime dönüşmesinin hikâyesini izliyoruz. Gücün insanı yozlaştırmasına dair ne söylersiniz?
Ben bunu dönüşümden çok, herkesin içinde var olan ve yüzeye sızmak için fırsat bekleyen şeytani tarafların kendini göstermesi olarak görüyorum. Kendini mağdur hisseden, kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşünen Karsten, agresifleşerek saldırganlaşıyor. Ardından bunun işe yaradığını, böylece sonuç aldığını görüyor. İnsanın eline geçen gücü kullanma hali benim ilgimi çekiyor. Karsten’ın intikam dürtüsüyle hareket etmesine rağmen, seyircinin filmi izlerken bazı anlarda onun tarafına geçtiğini ve böylece güce olan zaafımızı fark ettirmek istedim.
Senaryoyu Defne Joy Foster’ın ölümünden etkilenerek yazmışsınız. O günlerde çok konuşulan ‘Su testisi su yolunda kırılır’ cümlesini de kullanıyorsunuz filmde. Toplumsal ahlak, baskı ve ikiyüzlülük ilgilendiğiniz bir mesele...
‘Ansızın’, toplumun bireyin üzerinde kurduğu baskı üzerine bir film. Bu olayda da medya önemli bir rol oynadı. Kadının evli ve çocuklu olmasına rağmen başka bir adamın evine gitmesi medyada tartışıldı, hatta insanlar kendilerinde hesap sorma hakkını gördüler. Peki, buradaki bir kadın değil de bir erkek olsaydı nasıl olacaktı? “Erkek yapar” denip geçilecekti. Zor olan, bunu hazmedip susmak ve duruma tepkisiz kalmak. O yüzden bu filmi yapmak istedim. O gece orada olanlar, beni ve filmi aslında hiç ilgilendirmiyor. Bunun altını çizmek için de, filmi Almanya’da çektim.
Almanya’da üst sınıf bir ailenin ve karakterin hikâyesini yazarken onlara ‘yabancı’ kalma ihtimali sizi zorladı mı?
15 yıldır Berlin’de de yaşıyorum. Başka bir ülkenin iç dinamikleri, insan davranışları, kurumların nasıl işlediği ancak zaman geçtikçe kavranabiliyor. Ben de yabancı olduğum için filmin hem diline, hem de içeriğine çok dikkat ettim. Almanya üzerine film yapabileceğime, ancak bu uzun sürenin sonunda inandım.
Filmin sonlarına doğru, ölen kadının kocasıyla uzun bir yüzleşme sahnesi var. Alt sınıftan bir insanın acısından haz alması ve onu suçun bir parçasına dönüştürmesi çok karmaşık ve güçlüydü.
Filmin sonunda öyle bir sahnenin olacağını baştan beri biliyordum. Filmin bütün dinamikleri orada çıkıyor aslında meydana. İki farklı sınıfın karşılaşması var. Anna’nın yani ölen kadının hikâyesi de orada ortaya çıkıyor. Baştan beri, Anna’nın yabancı olmasını istiyordum ama ilk bakışta yabancı gibi durmasını istemiyordum. Filmin karakterleri seyirci için de sürpriz olsun, böylece önyargılarımız üzerine konuşma fırsatı doğsun istemiştim. Ben de bir ülkede yabancı olarak yaşadığım için bu konuyu es geçmek istemiyordum. Azınlık olmak ve bunun doğurduğu sıkıntılar her zaman önemli benim için.
‘Ansızın’ı Almanya’da yazıp, çektiniz. Türkiye’de bu filmi aynı rahatlıkla yapabilir miydiniz?
Benim için işin en ilginç tarafı, orada yaşayan bir yabancı olarak, oranın sistemi ve kurumları üzerine ağır eleştirileri olan bir film yapmanın bu kadar olumlu karşılanması oldu. Bir sahne var filmde; Karsten dağın tepesine çıkıyor (arkada Alman bayrağı ve haç var) ve yaşadığı yere küfrediyor. Böyle bir sahneyi Türk bayrağının önünde çeksem burada kim bilir ne kadar tepki çekerdi... Hele bir yabancının böyle bir şeyi Türkiye’de çektiğini düşünemiyorum bile. Sonuçta Almanya, tarihiyle yüzleşmiş bir ülke, dolayısıyla eleştirilmeye açık bir toplum. Biz de keşke bizi eleştirenleri alkışlayabilsek.
Üç filminizde de görüntü yönetmeni Emre Erkmen’le çalıştınız. Onunla çalışmak ve hazırlık süreci nasıldı?
Emre, içerikten yola çıkan bir görüntü yönetmeni. Projenin ihtiyaçları ve yönetmenin beklentileri doğrultusunda hareket ediyor. Dolayısıyla, önce senaryoyu birlikte ele alıyoruz. Senaryo zaten benim için hiçbir zaman edebi değeri olan, değişmez bir kitap değil; tam tersine, her zaman daha iyi olabilecek bir rehber. ‘Hayatboyu’nda karakterler fikirlerini, duygularını ifade edemeyen, yaptıklarıyla ne hissettiklerini anlatan, kendilerini kontrol altında tutan insanlardı. Emre senaryoyu okuduğunda, anlatmak istediğim bu soğuk dünyayı nasıl yansıtabileceğimizi uzun uzun konuştuk. Mekân ve renk seçimlerini yaparken bunu hep göz önünde tuttuk. ‘Ansızın’da ise kaybetme duygusu ön plandaydı, filmin görsel dünyası buradan gelişti. Bir kadın, filmin başında ölüyor ve bir adam her şeyini yavaşça kaybetmeye başlıyor. Bu yüzden filmi sonbaharda çekmeye karar verdik, yaprakların döküldüğü, doğanın canlılığını yitirdiği bir mevsimde... Filmi çektiğimiz Altena bölgesinde ‘altın sonbahar’ dedikleri bu dönem çok etkileyici oluyor. Güz mevsiminin tüm tonları var – kırmızı, sarı, kahverengi. Emre çekimlerde de, oyuncuyu hem dinleyen, hem de onun beden dilini takip eden bir görüntü yönetmeni. Benim için onunla çalışmanın en iyi yanlarından biri de bu aslında.
Türkiye’deki çalışma koşullarını iyi bilen biri olarak, Alman bir teknik ekiple çalışmak zor muydu?
Emre Erkmen, Almanya ve Avusturya’da çok film çektiği için oranın sistemine hâkim; oturmuş bir ekibi var, kamera, ışık kiralama ve post prodüksiyon şirketlerini iyi tanıyor. Dolayısıyla hem teknik, hem de teknik ekip tamamen onun kontrolü altındaydı. O olmasaydı süreç benim için daha zor olurdu. Almanya’da çalışma saatleri kısıtlı çünkü. Belli aralıklarla ara vermek gerekiyor, her gün en fazla 10-12 saat çalışılıyor, haftasonları çalışılmıyor. Bu iki günlük aralar benim için büyük şans oldu. Çektiklerimi izleyip üzerine düşünme fırsatı buldum.
Filmde genç oyuncuların yanı sıra çok deneyimli oyuncuları da bir araya getirdiniz. Bu kadroyla çalışmak nasıldı?
Sebastian Hülk ilk kez bir filmde başrol oynadı. Bugüne kadar önemli yönetmenlerin çektiği filmlerde yan rollerdeydi. Tipi çok belirleyici; onu her film kaldıramaz. O yüzden, o da bunu bir fırsat olarak gördü ve çok çalıştı. Baba rolündeki Hanns Zischler, Almanya’nın en önemli oyuncularından. Spielberg’den Godard’a kadar birçok önemli yönetmenle çalışmış. Diyaloglar konusunda emin olmadığım yerlerde ona danışıyordum, benim için ölçü oydu. Julia Jentsch Almanya’da çok sevilen ve tanınan bir oyuncu. Oyuncu seçmelerine çağırmadan önce, onunla çalışmanın zor olabileceğini düşünüyordum ama ilk tanışmamızda hemen seçtim onu. Enerjisini ve yaklaşımını çok beğendim. Karakteriyle ilgili soru sormayı ve düşünmeyi hiç bırakmıyor. Cumartesi geceyarısı bile arayıp aklına takılanları soruyordu. Bu filmi Almanya’da çekmenin en iyi yanı, böyle tutkulu ve disiplinli bir oyuncu kadrosuyla çalışmaktı.
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli yönetmenlere yönelik ‘göçmen sinemacı’ algısı ve belirli bir beklenti oluyor. Siz bu alana hiç girmediniz, o kalıplara sığmayan filmler yaptınız...
Bekleneni yapmayı sevmiyorum. Ben İstanbul’da sinema okuduktan sonra Berlin’e gittim, belki de bu yüzden buradaki hikâyelerden kopamadım. ‘Köprüdekiler’ ve ‘Hayatboyu’nu Alman ortaklarla Türkiye’de çektim. ‘Ansızın’da artık orayla ilgili bir hikâye anlatabileceğime inandığım için çekimleri orada yaptım. Benim için doğru bir zamanlama olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de ve dünyada ‘arthouse sinema’ya ilgi gittikçe azalıyor. Seyirci sayısının düşmesi, kapanan sinema salonları da bunu gösteriyor. Bununla ilgili ne hissediyorsunuz?
‘Arthouse sinema’ kavramını dağıtımcılar, yapımcı ve yönetmenlere karşı bir silah olarak kullanıyorlar. Onlarda bu filmlere dair bir bıkkınlık ve gişe yapmayacağı inancı olduğu için, direkt bir kabullenme var. Bunun aşılıp aşılamayacağı ve aşılamıyorsa neye dönüşeceği büyük bir soru. Peter Greenaway yıllar önce İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde “Sinema öldü” demişti. Daha ilk uzun metrajlı filmimi bile çekmemiştim o zaman, bunu duyduğumsa çok bozulmuştum. Şimdi dediğini daha iyi anlıyorum ama hâlâ kabul etmek istemiyorum.