23. Adana Film Festivali’nden yedi ödülle dönen ‘Babamın Kanatları’nı Yönetmen Kıvanç Sezer anlatıyor.
23. Adana Film Festivali’nin ‘Ulusal Yarışma’ bölümünde gösterilen, Kıvanç Sezer’in ilk filmi ‘Babamın Kanatları’ yedi ödül aldı. Duhok Film Festivali’nde de Yılmaz Güney Ödülü’ne değer görülen film, ölümü bekleyen yorgun inşaat işçisi İbrahim ile sınıf atlamak isteyen yeğeni Yusuf’un İstanbul’daki bir toplu konut şantiyesine sıkışmış hayatları ve hayallerinden yola çıkıyor. ‘Babamın Kanatları’, etkileyici oyunculukları ve güçlü hikâyesiyle olgun bir sinema dili yaratmayı başarıyor. Yönetmen Kıvanç Sezer’le, İstanbul’un yüksek binalarının arasında kaybolan Kürt inşaat işçilerini ve filmin güçlü politik duruşunu konuştuk.
Doktora seviyesine kadar ilerlediğiniz mühendislik alanını bırakıp sinemaya geçmeniz nasıl oldu?
Ege Üniversitesi’nde mühendislik okudum, bir taraftan da amatör tiyatro yapıyordum. Neyi nasıl ifade edeceğimi bilmesem de, yüksek lisans yaparken kısa filmler çekmeye başladım. Daha sonra İtalya’da iki yıl kurgu eğitimi aldım. Bu dönemde kısa filmler çekmeye devam ettim. Sinema sektöründe üç-dört yıl kurgucu ve kameraman olarak çalıştım. O yıllarda Süryaniler üzerine bir belgesel ve Cortazar’ın hikâyesinden uyarladığım ‘Hera’nın Oyunu’ isimli bir kısa film yaptım. Bunlar benim için bir şeyler üreterek sinemayı anlama ve öğrenme sürecinin bir parçasıydı.
İlk uzun metraj filmini yapan bir yönetmen olarak sizi etkileyen, ilham aldığınız yönetmenler kimlerdi?
İtalya’da okuduğum dönemde ‘İtalyan Yeni Gerçekçi’ sinemasını takip ediyordum. Ken Loach, Mike Leigh ve Dardenne Kardeşler’in, sinemayla gerçeği arayış biçimleri de beni çok etkiledi. Ama esas olarak İran sinemasından Mecid Mecidi, Jafar Panahi ve Asghar Farhadi gibi yönetmenlerin insana, özellikle Doğu toplumunun insanına, onun problemlerine ahlaki ve vicdani bir perspektiften bakma biçimleri beni etkiledi. Bu kişilerin arayışları ufkumu açtı diyebilirim.
‘Babamın Kanatları’nın dört yıla yayılan bir hazırlık süreci var. Hikâye nasıl ortaya çıktı?
2010 yılında Ömer Çetin adlı bir üniversite öğrencisi gencin İstanbul’da bir inşaat şantiyesinde düşüp ölmesi haberi beni çok etkiledi. Bununla ilgili bir şeyler yapabilir miyim diye düşündüm. 2012 yılında bununla ilgili bir hikâye geliştirmeye başladım. O dönemde Özcan Alper’in sinema atölyesine devam ediyordum. Orada bu hikâyeden bahsettim ve projeyi geliştirmeye başladık. Zamanla hikâye biraz değişerek, Ömer Çetin’in hikâyesinden çok, genel bir resmin anlatımına yöneldi. Çünkü araştırdıkça, Türkiye’deki işçi ölümlerin herhangi bir kaza değil, büyük bir sistem sorununa işaret ettiğini ve bu sistem sorununa dair bir şeyler söylemem gerektiğini, bunun önemli bir konu olduğunu görmeye başladım. 2013 yılında, senaryonun her aşamasında ortaklaşa yürütülen film forumlarına katıldım. Üç yıllık bir sürecin ardından, 2015’in Kasım ayında çekimlere başladık.
Filmde, İstanbul’da toplu konut inşaatında çalışan işçinin çaresizliğini anlatıyorsunuz. İş cinayetlerine ve taşeronlaşan çalışma sistemine de dikkat çekiyorsunuz. 90’lı yıllardan beri bu sektördeki sömürü düzeninin en büyük mağduru olan Kürt işçiler hikâyeye nasıl dahil oldu?
Ön hazırlık sürecinde şantiyelere ve işçi konteynırlarına gidip orada çalışan insanların hayatlarına tanık oldum. Şunu gördüm: Bu insanların çoğu Kürt. Uzun yıllar ülkedeki emek rejiminin coğrafi konumlanması gereği orada yoksul bırakılan bir halk batıya göç etti ve en zor işlerde çalıştırıldı. Fakat burada meseleye salt etnik kimlik yani bu kişilerin Kürt olmaları bağlamında değil, işçi olmaları ve emek sömürüsü üzerinden yaklaşmak istedim. Kürt olmaları, bu filmi Türkiye’de çekmemle ilişkili. İtalya’da çekseydim işçiler Arnavut, İran’da Türk, Hindistan’da Nepalli olacaklardı. Konunun evrenselliği de burada zaten. Bu sömürü sistemi, dünyada her şekilde işleyen bu çark, bizde daha da acımasız şekilde işliyor. Bu filmin odağına Kürt işçileri koymam, hikâyeyi daha da gerçekçi kılacaktı. İki Kürt karakter, İbrahim ve yeğeni arasında ilerleyen bir öykü... Bunun içinde hem sınıf atlama, hem de bir insanın kendini değerli hissetmesi meselesi var, en çok da insanlık onuru meselesi var. Bu çarkların arasında en çok öğütülen insanlık onuru oluyor.
Türkiye’nin, iş cinayetlerinde dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci olması bir rastlantı değil, yapısal bir problemin sonucu. İşçilerin örgütsüz olduğu, taşeron çalışma sisteminin istisna değil kaide olduğu bir yapıdan bahsediyoruz. Taşeron sistemi sadece çalışma rejimini denetlemiyor, oluşacak kazalar ve ölümler için de sorumluluğu ‘taşere ediyor’. Herkes suçu alttakine atıyor, dolayısıyla en üstteki ana firmanın bir sorumluluğu kalmıyor. Bu cinayetler yasadışı ve gayri insani yollarla kapatılabiliyor. Filmde, bu silsile ve hiyerarşi içinde insanın değerinin ve onurunun nasıl yittiğini göstermek istedim.
Kentsel dönüşümün ve betonlaşmanın çok hızlı ve fütursuzca yaşandığı İstanbul’da görünmeyenleri ve köşeye itilmişleri kadraja alıyorsunuz. Filmin dilini, mekân seçimini ve politik estetiğini konuşabilir miyiz?
Mekân beni bu filmde bir yönetmen olarak en çok çeken unsurlardan biriydi, çünkü büyük bir kısmı şantiyede geçen çok az film var. Görüntü yönetmenim Jörg Gruber’le beraber bu estetiği yakalayabilmek için çok sayıda şantiyeye gittik. Filmin planlarını, ortaya çıkacak çerçevenin inşasını beraber yaptık, birer mühendis gibi tasarladık. Yatay çizgiler içinde insanın küçücük kaldığı bu geometrik düzen baştan beri üzerinde çalıştığımız bir şeydi. Aynı şekilde, uçup kaçmayan, karaktere yoğunlaşan ama mekânın yarattığı basıncı da vermeye çalışan bir kamera dili kullanmaya çalıştık. Hareketli, omuz kamerasının sağladığı belgesele benzer dili projenin başından beri düşünüyordum. Filmde, bir plan haricinde, hep omuz kamerasıyla çalıştık, çünkü bu filmde, nefes alıp veren bir göz gibi, insanları gözlemlemeliydik. Fazla numaralar çeken bir kamera da istemedim, daha sade bir tarz benimsedim. Filmin içeriğine uyan, onu aşmayan ve onu besleyen bir biçimde ısrar ettik.
70’li yıllardan beri politik sinemada önemli karakterlere hayat veren Menderes Samancılar’ın etkileyici performansı başta olmak üzere, tüm oyunculuklar çok iyiydi; Adana’da da üç oyuncunuz ödül aldı. Oyuncularla hazırlık süreci nasıldı?
Menderes Ağabey’in oynadığı İbrahim karakteri için “Bu öyle biri olmalı ki bütün hüznünü gözlerinde görebilmeliyiz” gibi bir düşünce vardı kafamda. Çok fazla konuşmayan, suskun ve kendi halinde bir adam İbrahim; o yüzden, yaşadığı her şeyi gözlerinden anlayabileceğimiz bir oyuncu olmalıydı. En baştan itibaren Menderes Samancılar’ı düşündüm. Bu filme kendi tılsımını katan, çok özel bir oyuncu... Senaryoyu gönderdiğimde o da çok beğenip oynamak istedi. Hazırlık sürecinde Van’ın Erçiş ilçesine gittik, İbrahim oralıydı. Orada yerel kast yaptık. İnşaat işçilerinin aileleriyle görüştük. Çocuklarla atölye yaptık. Babası inşaatta çalışan çocuklardan babalarına mektup yazmalarını, resim yapmalarını istedik. Filmin duygusunu besleyen şeyler oldu. Menderes Ağabey’le karakter üzerine de çok konuştuk. Yaklaşık iki yıl alan bu sürecin sonunda, Menderes Ağabey “Set başlasın da ben bunları artık hayata geçireyim” deme noktasına geldi. Bu arada ikimiz Kürtçe dersleri de aldık. Kadromuzda çok deneyimli bir oyuncu vardı; diğer taraftan, çok bilinmeyen, genç yüzler de istiyordum. Beş-altı aylık bir seçme sürecinin ardından Musab Ekici ve Kübra Kip’i de kadroya dahil ettim. Onlarla hazırlıklarımız bir yıl sürdü. Çok istekliydiler. Karakterleriyle ilgili gözlemler yaparak oyunculuklarını geliştirdiler. Benim bu süreçte en çok kafa yorduğum alan oyunculuk performanslarıydı. Tüm oyuncularla ince ince çalıştık. Sonuçtan çok memnunum.
“Fırınlar ekmek yapıyorsa, festival de yapılmalı”
Filminiz Karlovy Vary Festivali’ndeki dünya prömiyerinin ardından Duhok ve Adana festivallerinden önemli ödüller aldı. Ne hissettiniz?
Filmi Karlovy Vary’de çok sahiplenildi, bu bize büyük moral verdi. İkinci durağımız olan Irak Kürdistanı’ndaki Duhok Uluslararası Film Festivali’nde, Adana’da olduğu gibi Yılmaz Güney Ödülü’nü aldık. Filmin aldığı ilk ödülün Güney’in adını taşıması çok anlamlıydı. Duhok’ta sinema tutkumu besleyen, beni sinema yapmaya daha çok motive eden bir duygu yaşadım. Çünkü orada savaşa ve ekonomik krize rağmen festivali düzenlemeye devam eden bir ekip var. “Fırınlar ekmek yapıyorsa, bu festival de yapılmalı” diyorlar. Adana Film Festivali’nde de yedi ödül aldı filmimiz. Asıl motivasyon, seyirciden gelen tepkiler. Biz ödül almak için değil meselemiz olduğu için film yapıyoruz. O üslubu sevmeyen ve meseleyi önemsemeyen bir jüri, o filme ödül verilmeyebilir. Bu ne jürinin, ne de filmin kötü olduğunu gösterir. Bunun için, Adana’da olmak ve seyirciyle buluşmak çok anlamlıydı. Örneğin, gösterimin ardından Somalı bir işçinin kızı gelip bana teşekkür etti, bir duygu ortaklığı yaşadık. Benim için önemli olan da bu. Film vizyona girdiğinde, Türkiye’de gidebileceğim her yere gitmek istiyorum. Filmi izleyen herkesle sohbet etmek istiyorum.