Pamuk horozuyla güne uyanan Büyük Yeni Han

Kapalıçarşı’yla Mısır Çarşısı arasında İstanbul hanlarının yoğun olduğu alanda, Çakmakçılar Yokuşu’nda yer alan Büyük Yeni Han, siyaset çıkmazını ve giderek kendini tropik ada zanneden İstanbul’un bitmek bilmez boğucu nemini bir kenara bırakıp sığınacağımız bugünkü durak. Ğugas İnciciyan’a göre 1761’de inşa edilmiş. Kaynaklarda III. Mustafa (1757-1774) tarafından inşa ettirildiği belirtiliyor.

Hanlar her seferinde sürprizlerle dolu. Büyük Yeni Han’daki beklenmedik karşılama töreni gibi. İki avlulu üç katlı tarihi hanın girişinde bizi herkesten önce dünya güzeli bir horoz karşılıyor. Hem bu sefer ekibimiz de daha güçlü. D’Artagnan olarak abimiz Zakarya Mildanoğlu da bize eklendi. Berge, Pakrat Abi, Zakar Abi bir de ben dört kafadar hanı falan unutup güzeller güzel bembeyaz horoza kilitleniyoruz. Onu kucağına alan adamın aşk dolu bakışından ve genel tezahürattan anlaşıldığı üzere hem sahibinin hem de hanın gözdesi. İsmi Pamuk. Daha bir yaşında. Sahibi de ondan hareketle Pamuk Hacı diye biliniyor, hanın sayısı tek tük kalmış hamallarından.

“Demek bizim  Pamuk’la tanıştınız” diyor Alber Aghparig gülerek. Alber Gülbenk, Büyük Yeni Han’daki evsahibimiz. Ama handan önce Pamuk’tan başlıyor söze. “Bizimki tam bir ayak fetişisti. Abdest alanlar sürekli ardını kollar, gelip de ısırmasın diye!” Pamuk Hacı, evde baktığı Pamuk’u mahallelilerin şikâyeti üzerine buraya getirmek zorunda kaldığını anlatıyor. “Çok ötüyor diye rahatsız oldular” diyor, “Buradaysa pek gözde, bak kuyruğu sevilmekten yolundu, cılız kaldı biraz…”

Anadolu’yu giydiren Amasya Pazarı

Saatli saatsiz öten horoz, sesinden şikâyet etmeyi aklıma getireceğim son şey bile değil bu şehirde. Alber Gülbenk’i takip edip babasının zamanından beri, 1971’den bu yana hanın en eski dükkânlarından 27 numaradaki Amasya Pazarı’na gidiyoruz. Alber Gülbenk 48 doğumlu, aile dükkâna adını veren Amasya’dan 46’dan gelmiş. “Babam Hagop Gülbenk’ten bu yana Anadolu’ya hitap eden kaba kumaş imal ederiz. Bu kumaştan pantolon, ceket, palto yapılır. Babam her sabah saat yedi buçukta dükkânı açardı. Bursa’dan müşteriler gelirdi. Onları kapıda beklerken bulurduk sabahın köründe. Fabrikalara kumaş giderdi buradan. Nefes alacak zaman bulamazdık” diye anlatıyor. Üst katlardaki dokuma tezgâhları son 30-30 yılda şehir dışına çıkmış. Şimdi o katlarda gümüş atölyeleri var.  İşlerin yoğun olduğu o dönem atlı arabalar Sirkeci’den yola çıkıp bu Arnavut kaldırımı boyunca zorluk içinde koca kumaş balyalarını getirirmiş hana. Güzel Arnavut kaldırımı zemin çoğu yerde betona teslim olmuş şimdilerde.  Keza yine izine rastlayamadığımız üzere, girişte duvara monte musluklar varmış. Burada bağırsaklar yıkanır tuzlanır ve fıçılarla Hollanda, Almanya ve Fransa’ya yollanırmış. Alanın ustası Sabri Bey’i anıyor Alber Gülbenk özlemle.

Medz Nor Khan günleri

“Biz kendi aramızda burayı Ermenice ismiyle Medz Nor Khan diye biliriz. ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’, ‘Can Tertip’ filmleri, ‘Ezel’, ‘O Hayat Benim’ dizileri için burada çekim yapıldı. O şekilde yeniden biraz anımsandı ama onun dışında ortalık durgun. Çin malı akışı başlayınca, tekstil bitti” diye devam ediyor Alber Gülbenk. Dükkânının önüne küçük bir bahçe yapmış saksılardan. Boşluğu onlarla dolduruyor.

Dükkânın içindeyse adeta gizli hazineler var. Kumaş balyalarının arasında ünlü tıp doktoru ve eğitmen Hayk Dandinyan’ın diplomasına ve  Fransızca tıp kitaplarına rastlıyoruz. “Benim kayınpederim olur kendisi. En çok önem verdiği bu kitaplarına ve ders notlarına gözüm gibi bakıyorum” diyor Alber Aghparig.

Ama aklı fikri eski ustalarda. Kumaşçı Arsen Andonyan’ı, kadifeci Konfidan Biraderleri anıyor. Narin, Aydın, Develi denen cins cins kadifeleri…  “Burada gümrükten alınan tahtayla çeyiz sandığı yapılır sonra da içi doldurulurdu” diye gözleri dalıyor. Vefa duygusu o kadar yüksek ki, birkaç gün sonra el yazısıyla bu handan geçen esnafları yazdığı listeyi teslim ediyor.

Sırf bu duygunun hatrına kimse boşa yaşamış olmuyor bu hanlarda. O vefa duygusunu alıp kendi unutuluşlarıma ve aldanışlarıma merhem yapıyorum.

Sivaslı Ermeni hamalların emeği

Dersaadet’te Bank-ı Osmani Şahane (Osmanlı Bankası) olayının ardından şehrin sokaklarında ve odalarında çoğunluğu hamalların oluşturduğu binlerce Ermeninin kırıma uğramasını tasvir eden bir İngiliz gravürü.

Zakar Abi bir gezinin içinde olur da oradan apayrı hikâyeler çıkmaz mı?.. Pamuk Hacı’ya bakıp hamalların artık sayıca ne kadar azaldığından bahsederken bir zamanlar bütün bu alana hâkim olan Ermeni hamalları hatırlıyor. “1896’da Osmanlı Bankası baskını ertesinde bir gün içinde 3000’e yakın Ermeni hamal Kürtler tarafından satır ve palalarla öldürüldü. Bu tarihten sonra da Ermeni hamallar dönemi tarihe karıştı.”

Kevork Pamukciyan’ın ‘İstanbul Yazıları’ kitabında Büyük Yeni Han’ın ticaret dışında tanık olduğu kimi kültür ve toplum faaleiyetlerine dair şu bilgileri bulmak mümkün: “5-11 Nisan 1800’de, Ermeni Lusavorçagan (Gregoryen) cemaatinin ileri gelenleri, patriğin nezareti altında Büyük Yeni Han’da toplanarak, İzmit ve Armaş Ermenilerinin ruhani reisi Partoğimeos Piskopos Gabudikyan’ı (1749-1809), Eçmiadzin Gatoğigosluğu’na namzet seçmişlerdir. 

Kudüs Ermeni Patrikhanesi’nde bulunan 171 sayılı elyazma kilise ve sivil kanunlar kitabı (612 sayfa), Kırımlı Artin adında bir şahıs tarafından 1772-1778 yılları arasında Büyük Yeni Han’da istinsah edilmiştir.”

Zakar Abi de, hanların ticaret dışı işlevlerine de dikkat çekiyor. “Bu han da dahil olmak üzere pek çok yerde dernek toplantıları yapılırdı. Örneğin İstanbul’da Ermeni hamalların çoğu Sıvas ve Van’dan gelmeydi. O dönem İstanbul’da Sivaslı çok sayıda Ermeni öğrenci bulunduğundan, onlara sahip çıkmak üzere Divriği Kralı Senekerim’in adını taşıyan ‘Senerekim Ingerutyun’u (Senekerim Derneği) kurdular. Langa, esas toplanma yerleriydi. Hatta bir keresinde emniyete bu toplantılarda isyan örgütleniyor diye ihbar gelmiş. Oysa bütün bu Sivaslı hamalların tek meselesi çocuklarına daha rahat koşullar temin etmekti. 1890’lardan kalma dernek tüzükleri var. 

Dernek dernek üstüne

Sivas bu açıdan örgütlenme kültürünün çok yoğun olduğu bir yer. Örneğin papazlar ‘maaşların zamanında ödenmesi’ talebiyle dernek kuruyorlar. Demirciler, Avrupa’dan gelen örsün çok pahalıya çıktığını görüp, biz niye imal edemeyelim diyerek biraraya geliyor. Dokumacılar, 12-13 yaşlarındaki bir Ermeni kız çocuğunun çok ağır şartlarda, vaad edilen haftalığı da alamayıp sömürüldüğümü görünce  hak aramak üzere örgütleniyor. Hatta Tavra’daki mezarlığın yol geçen hanına döndüğünü gören  gençlerin buraya sahip çıkıp, etrafına taş duvar örmek, bakımını üstlenmek amacıyla kurdukları bir Mezarlık Derneği bile var. Bütün ilçeler de dahil, Sivas’ta 20’e yakın dernek var.”

Bu kadar sade ve yaşamsal amaçlar için buluşan ve birlikte bir şeyleri daha iyiye evirebilen bir Ermeni halkının varlığını masal olarak dinlemek yürek burkucu. Yüzüme yayılan gülümsemenin, sola eğilen dudağım gibi hüzne meyleden tadını boğazımda duyuyorum. İyi ki bu insanlar var diyorum sadece, iyi ki hâlâ öğrenebiliyoruz başka hakikatlerin varlığını. Zakar Abi o ara fotoğraf çeken Berge’in fotoğrafını çekmekle meşgul. Pakrat Abi, derin derin çektiği sigarayla bir yerlere dalmış. 

Han çıkışında hepsine kocaman sarılıyorum. 

Yazmacılık denen renkli diyar

Alber Gülbenk, baba yadigari Amasya Pazarı'nda.

Gazeteye geldiğimde masada Hrant Dink Vakfı Kütüphanesi’nden Norayr Olgar’ın ‘İlgini çekebileceğini düşündüm’ notuyla beraber bıraktığı Musahipzâde Celal’in  1946 Türkiye Yayınevi baskısı ‘Eski İstanbul Yaşayışı’ kitabını buldum. Sayfaları bir o eski kitaplara has şekilde saman sarısı olmuş. Hanların bana hediyesi, herkesin bir yerlerden tatlı tatlı elverişi. Bu kitabın Eski Yeni Han’da da yeri olan yazmacılık bölümünü aktarıyorum:

“Beyaz mermerşahi ve tülbend üzerine tahta kalıplara resmedilen çiçekleri basmak suretiyle işledikleri yorgan, yastık, bohça, seccade, yazma mendil, kadınların başlarına bağladıkları tülbend yemeniler satarlardı.

Bu yazmacılık, eski zamanlarda çok revaç görmüştür. Hatta evlerimizdeki yatak takımları ve yorgan yüzleri bu yazmalardandır. Kök boyalardan yapılan renkleri kumaş üzerine basılan örneklere fırça ile işlerlerdi. Bu boyalar, erbabınca hususi bir tarzda hazırlanır hatta kendilerine sanatın bir sırrı olarak saklanırdı. En meşhurları Kandilli yazmaları idi. Öyle ince işlenmişleri vardı ki, renklerin ahengi ve üzerindeki sanatkârane çiçekler, görenlere zevk verirdi. Kadınlar bu zarif ince Kandilli yazması yemenilerin kenarlarını yemenideki çiçeklerin örneği oyalarla süslerlerdi. Yemeni üzerine işlenen çiçekler; sümbül, mine, menekşe ise oyalar da kenara öyle işlenirdi…”       

Hanın dökümcü yüzü

Dökümhane ve gümüş atölyelerinin yer aldığı üst kat, bambaşka bir dünya. Karşımızda Kaleiçi Topkapılı Yeprem Söğüt var. Sert yüz hatları, boynundaki kalın kocaman haçıyla işini bedeninde yaşatan ustalardan. “Babam Topkapı’nın jamgoçuydu, biz aslen Bitlis Mutkiliyiz” diye başlıyor söze. Mesleğinin tanımını da kısacık ama dünyayı kapsayan bir özgüvenle yapıyor. “Tepsiciyim ben.” 

Yeprem Söğüt

Mesleğin önemli okullarından Pastırmacı Han ve Kalcılar Han’dan geçen Yeprem Usta 1990’dan beri Büük Yeni Han’da. Şamdancı, kakmacı gibi pek çok alana ayrılan alanda Yeprem Söğüt, türlü çeşit el yapımı tepsinin yanı sıra, mevlit için gül suyunun döküldüğü gülabdandan, Patrikhane için Zadig tepsileri ve pulvar asaya, türlü kupalardan satranç takımlarına her şeyi çalışabiliyor. Ustası Mesih Toparlak’tan yenilikleri deneme konusunda el almış. Konu tombaklara geldiğinde “Civayla çalışıldığı için çok zararlı koşullar vardı, eskiden hep mahkûmlara yaptırırlardı  bunları” diyor.

Yeprem Usta, handan çok memnun. “Burası gümüşe çok uygun. Doksan santim duvar var. Tuğla yerde olsa pişeriz çalışırken. Eskiden bu han kervanlar için yapıldığından her katta baca var, dolayısıyla ocak yakabiliyoruz.  Asit, tuz, zift birleşince odayı dumanı kaplar bu bacalar olmasa” diyor. Sektörün güncel mekânı Kuyumcukent’in lafını geçirecek oluyoruz, “Bizi Kuyumcukent’ten kovarlar diyor gülerek. Sabahtan akşama pres ve çekiç sesini kim çeker.” 

Az ve öz konuşan biri Yeprem Söğüt. Daha ziyade işi, emeği konuşanlardan. Kendini övmek yerine 1915’te Ermenileri sınırdan geçirip hayat kurtaran çavuşu yâd edenlerden. Elimize verdiği koca katalog, hünerli ellerinin hepsi birbirinden göz alıcı ürünleriyle dolu. Dükkân kapısının kasa kapısı olması bile bu içe dönük dünyaya dair çok şey anlatıyor. Terini fanilasına sildiği gibi yeniden işe koyuluyor. Özü sözü bir sade insan varlığına bir kez daha şükrediyorum.



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA