Sosyolog, yazar Mücahit Bilici 15 Temmuz darbesini ve olası sonuçlarını değerlendirdi.
15 Temmuz’da beklenmedik ölçüde cüretkâr bir askeri darbe yaşandı. Halkın sokaklara dökülüp polisle birlikte darbe yapan teröristleri püskürtmesi ile darbe başarısız oldu. Halka ateş açıldı, kan döküldü, meclis bombalandı. Bu hadisenin sonuçları itibariyle Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de AK Parti’nin kuruluşundan bu yana sessiz ve (şimdiye kadar) kansız popüler bir devrim yaşanıyordu. Cumhuriyet kabuğunun içini yeni bir halk dolduruyor veya milletin tanımı yeni sahiplerine göre değişiyordu. Yani bu sessiz devrim ile birlikte Kemalist Cumhuriyet yerini Dindar Cumhuriyet’e bıraktı. Form olarak Kemalist modeli çeşitli açılardan hem ihtiyaçtan hem de tercih sonucu sürdüren bu yeni cumhuriyette, Kemalist ulusun üç şartı olan Laik-Türk-Müslüman üçlüsünden ‘laiklik’ çıkartıldı. Türklük ise Müslümanlık’a nispetle ikinci plana çekildi.
Eski rejimin unsurları bu devrime karşı direndi. Çeşitli kurum ve cemaatleriyle. Eskiden yeniye devam edebilenler laiklik vurgusundan Türklük vurgusuna geçiş yapabilenlerdir. O yüzden siyasi Kemalizm yenilirken bazı Kemalistlerin ‘milli’lik damarı kendine yeni cumhuriyette yer bulabildi. En azından bir kısım Ergenekonculuk, İslamla barışma şartıyla yeni rejimde rol sahibi bir unsur olarak devrimde yer alabildi.
Bu son kanlı darbe teşebbüsü görebildiğim kadarıyla iktidar hırsıyla kendisine tâbi olan yüzbinlerce insanı ve bir ölçüde Türkiye’yi uçurumdan aşağı atan Fethullah Gülen’in kendi iktidarını ve bir ölçüde içinde serpilegeldiği eski rejimi tesis etme yönündeki son ve ölümcül hamlesiydi. Ve başarısız oldu. Fethullah Gülen siyasi olarak intihar etti. Siyasi, ekonomik, kariyer ve ruhani/manevi nedenlerle kendisine bağlanan yüzbinlerce insanı da o uçurumdan aşağıya sürükledi. Darbe sonrası kitlesel kıyımların işaret ettiği üzere bu insani açıdan da bir trajedidir.
Bu darbeye karşı seçilmiş meşru siyasi iradenin başı olarak Tayyip Erdoğan’ın, darbeye karşı direnmek için, halkı sokağa çağırmasıyla birlikte Türkiye yeni bir dönüm noktası yaşadı. Egemenlik el değiştirdi. Türkiye tarihinde egemenliğin gerçek sahibi olan halk ilk kez egemenliğe tamamen el koydu. Halkın tanklara, silahlara, askerlere el koyması ile birlikte Türkiye tarihinde (belki Kurtuluş Savaşı denilen askeri mücadele ve bağımsızlık savaşını saymazsak) ilk kez egemenlik halka geçti. Sembolik olarak da hakikat olarak da.
Bu popüler bir demokratik devrimdir. Türkiye’de ilk kez toplumun gövdesi iktidarın sahibi olduğunu yumruğunu tanka vurarak ortaya koydu.
Bir süredir (seçimler, sistem içi krizler ile) devam eden bu sessiz popüler devrimin yüzü ise Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, Türkiye’yi ölüm-kalım psikolojisi içinde politik davranış göstermeye alışmış bir çoğunluğun verdiği demokratik vekaletle ve plebisiter bir diktatörlükle yönetiyor.
Bir karizma rejimi ve bir geçiş rejimi olarak varolan plebisiter diktatörlüğün önünde eğer göstermelik de olsa bir yasa var idiyse, darbe teşebbüsünden sonra artık bu da yok. Çünkü darbeciler yasayı kırmak suretiyle, darbe yapmak istedikleri Erdoğan’ın yasadan tamamen bağımsız hareket etmesinin önünü açtılar ve Erdoğan’ın halk adına mutlak egemen haline gelmesini sağladılar. Yasa kırıldığında zaten yasanın sahibi olan kurucu irade ortaya çıkar. Olağanüstü Hal ilan edilmese bile yaşanan durum OHAL’dir. Muhtemelen ilan edilecektir.
Tekrar etmekte fayda var: Türkiye’de bugün yaşadığımız olağanüstü hal, kurucu iradenin ortaya çıkmış olmasıdır. Sokaklarda akan, tankları kemik yapıp üstüne et gibi yapışan halk yeni bir kurucu iradeye vücud vermiş oldu. Yaşananlar darbe sonrası halk tepkisi ve teyakkuzu değil, Türkiye’de ilk kez halkın egemenliğin sahibi haline gelmesidir. Sokaklardaki insanlar, egemenliğini ilan eden ve yeni cumhuriyeti (Dindar Cumhuriyet) kuran kurucu iradedir.
Daha basit bir dille ifade edersek: Bugün yaşanan durum bir darbenin tetiklediği gerçek bir halk devrimidir. Bu popüler bir demokratik devrimdir. Bu devrimin başında bir süredir geniş kitlelerden aldığı çoğunluk oyuyla ülkeyi çoğunlukçu bir plebisiter diktatörlükle yöneten Tayyip Erdoğan var. Bu yeni cumhuriyetin önünde yeni bir yasa yapma lüzumu artık bir zaruret değil, egemenliğin de bir ifadesi halini almıştır.
Bugüne kadar meşruluğun ve yasanın içinde kadroculuk ve kurnazlıkla siyaset yapan Gülen Cemaati ilk kez ve herkesi dehşette bırakan bir vahşet ile yasanın dışına çıkarak intihar etmiştir. Yine de darbe çok kanlı olsa da Gülen Cemaati’nin darbeden daha büyük günahı, hiçbir zaman olduğu gibi görünmemesi, yalanı ve karaktersizliği karakter haline getiren bir riyakarlık takvasına sahip olmasıdır. Muhatap olduğu nefretin boyutları bu yüzdendir. Evet, Gülen Cemaati’nin asıl trajedisi kendi yalanlarına inanması. Hala da inkar içindedir. İktidar hırsının ve ikiyüzlülüğün bu cemaati götürdüğü sonuç bir felaket olmuştur. Cemaat meşruiyet ve haysiyet noktasında helak olmuştur.
Bundan sonra, Türkiye’nin önündeki meydan okuma, devrim sonrası (yeniden) inşa sorunudur. Bu da ancak başta Kürdler olmak üzere Türkiye’nin ortağı olan çeşitli kimlik ve toplumsal tabanların ihtiyaçlarına cevap veren, birey ve azınlıkları çoğunlukların diktatörlüğünden koruyan sivil ve demokratik bir anayasa ile mümkündür. Erdoğan, kurucu iradenin temsilci yüzü olarak plebisiter diktatörlükten anayasal demokrasiye geçiş için mazeretsiz kalmıştır. İnşallah bu fırsatı suistimal etmeden bu meşru devrimi demokratik bir anayasa ile taçlandırır.