Geçtiğimiz günlerde, Cultural Heritage Without Borders (CHWB) adlı, kültürel mirası yaşatmaya odaklanan, restorasyon yaparken sadece yapıları değil, ilişkileri de restore etmeye çabalayıp mükemmel işlere imza atan kurumun hafıza mekânları üzerine düzenlediği bir çalıştay vesilesiyle Tiran’ı ziyaret etme fırsatı buldum.
Arnavutluk’un yakın tarihi Tiran sokaklarında yürürken hissettiğim sakinliğin ve huzurun bir o kadar uzağında. Baskı, korku ,zulmün eksik olmadığı Arnavutluk’ta Enver Hoca’nın 45 yıla yayılan komünist diktatörlüğü ülkeyi adeta bir açık hapishaneye çevirmiş. Bu dönemde 5500 erkek ve kadın öldürülmüş, yaklaşık 50 bin kişi politik tutuklu olarak onlarca hapishanede ve gulag tarzı kamplarda hapsedilmiş ve türlü işkencelerden geçmiş. Dışa tamamen kapalı hale gelen, hapishaneleşen ülkede din de sanatın birçok kolu da yasaklanmış.
Dünyanın en korkunç cezaevi
CHWB’nin, Spaç Hapishanesi’ni bir hafıza mekânına dönüştürmeye yönelik yürüttüğü diyalog projesi vesilesiyle ilk durağımız Spaç Hapishanesi oluyor. Tiran’ın 100 km dışında, Spaç kasabasının tepesinde yaklaşık 600 metre yükseklikte kurulu olan hapishane için yapabileceğim en yakın benzetme Spaç’ın Arnavutluk’un Diyarbakır Cezaevi olması. 1968-1991 arasında faaliyette bulunan hapishane bana bir kez daha gösteriyor ki coğrafyalar farklı olsa da aralıklarla bağlandığımız hakikatler bizi benzer zulümlerde buluşturabiliyor. Fransız-Arnavut sanatçı ve Spaç’da bir çok entelektüel gibi 10 yıl tutuklu kalan Maks Velo, Spaç’ı dünyanın o dönemdeki en korkunç cezaevi olarak nitelendiriyor.
Bize rehberlik edecek olan Jete’nin babası Spaç Hapishanesi’nde çalışmış. Çocukluğu, gençliği civarda geçen Jete’ye hapishane ile ilgili sahip olduğu inanılmaz hafıza ve hakim olduğu her ayrıntı ona zaman içeresinde farklı bir misyon yüklemiş ve oradaki belleği aktarmak için gayrıresmi bir şekilde rehberliğe başlamış.
Jete, işkence noktalarını, idari büroları, görüşme odalarını, kontrol noktalarını, yemekhaneyi, ideolojik propagandalarla dolu olan ve izleri halen duran odaları, koğuşları ,maden yolunu, kaçmaya çalışıp vurulanları, kaçıp gidecek hiçbiryer yok diyerek geri dönenleri tane tane anlatıyor. 1973’teki isyanı, tutuklu ailelerinin çektiği çileyi dün gibi aktarıyor.
Onun hafızaya sahip çıkma ve belleği aktarma çabası hem hayranlığımı kazanıyor hem de yüreğime dokunuyor. Çok rehber gördüm, çok iyilerini de gördüm ama Jete kadar sahicisini görmedim diyebilirim. Jete orayı sahiplenmiş, öyle ki gelen ziyaretçileri saymış, bugüne kadar 1000 kişi gelmiş, bir anı defteri oluşturmuş. Türkiye’den gelen ilk kişi olduğumu söyleyerek benden de yazmamı rica ediyor, ben seve seve yazarken, onun gözlerindeki heyecana bakarak kelimelerim daha da çoğalıyor.
Jete adeta bir hafıza muhafızı, belli ki çok şey görmüş, çok şey duymuş, şimdi ise bir daha asla aynı acılar yaşanmasın diye yüreğinden dile geliyor ve benim de ömrüm boyunca unutamayacağım insanlardan birisi oluyor.
‘İlkbaharda gör sen onu’
Gezerken geçmişte içinde propaganda kitaplarıyla dolu kütüphaneyi de barındıran metruk binalardan birisinin çatısında yetişen bir ağaç görüyorum. “İlkbaharda bir de yeşillenmişken gör sen onu” diyor, Jete. Bazı gördüklerimiz hep bizle kalır ya, o ağaç da benim için öyle olacak. Jete de ikisi de umut demek çünkü.
Geçmişte bir zulmün veya vahşetin mekânı olan veya bunlara tanıklık eden mekânlar hafıza ve vicdan mekânlarına dönüşünce hatırlatır, bir daha asla dedirtir ve mağdurların onarımına katkı sağlar. Jete ve CHWB’nin çabaları şimdiden bu onarıma çokça katkı sunuyor, neticede o yıkıntı halinde olan metruk binanın çatısının tepesinde zamana, mekâna ve hakikate inat yeşerebilen ağaç gibi umudu hiç eksik etmemek lazım hakikatten de hayalden de...