Beş kız kardeşin Anadolu’nun küçük bir köyünde geçen yaşamını ve baskılar karşısında özgürlük arayışını konu alan film ‘Mustang’ vizyona girdiği andan itibaren tartışmalara yol açtı. Kimi izleyiciler Fransa’da yaşayan genç yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in anlattığı hikâyenin Türkiye gerçekliğinden uzak olduğunu savunurken, kimi kadınlar filmde kendi yansımalarını gördü. Diğer taraftan, Ergüven’in ilk uzun metraj çalışması olan ‘Mustang’ın yakaladığı başarı aşikâr. Film, uluslararası festivallerde ödüller aldı ve Fransa’yı temsilen Oscar’a aday gösterildi. Yönetmenle, filme yönelik eleştirileri, hikâyenin gerçekçi ve masalsı yönlerini ve Oscar’la ilgili düşüncelerini konuştuk.
‘Mustang’a yönelik eleştiriler farklı kutuplarda yoğunlaşıyor. Anlatılan hikâyeleri kendi geçmişiyle özdeşleştiren de var, senaryonun gerçekçi olmadığını savunan da. Siz ne ölçüde gerçekçi olma kaygısı duydunuz?
Filmin ana sahneleri arasında, kız kardeşlerin denizde kendi yaşıtları erkeklerin omuzlarına çıkarak yol açtıkları küçük skandal, yaş sırasına göre dayak yemeleri, evlendirilen Selma’nın düğün gecesinde bekâret kontrolü için apar topar hastaneye götürülmesi var. İlk hikâye otobiyografik, ikincisi annemin ailesinde yaşanan bir olay. Sonuncusu ise senaryoyu yazarken araştırdığım bir konunun yansıması: Ankara’da bir devlet hastanesinde çalışan bir jinekolog, düğün sezonunda, yani bahar ve yaz aylarında buna benzer 50 civarı vakayla karşılaşıyormuş. Bunlar, hikâyenin gerçekçi tarafları. Fakat filmin masalsı bir tonu ve kurgusal yönleri var. Bacak aram erkeklere dokunduğu için ailemden uyarı aldığımda ben çok utanmıştım, sesimi bile çıkaramadım ve bu konu tekrar konuşulmadı. Halbuki ‘Mustang’deki karakterlerin tepkisi, “Bu sandalyeler de kıçımıza değdi” diyerek evdeki sandalyeleri kırıp, kendilerine yöneltilen hasta mantığa aynı şekilde cevap vermek oluyor. Bunlar benim “Keşke söyleyebilseydim” dediğim, içimde kalmış sözler. Kızlar o anda, benim aklımın ucundan bile geçmeyen, cesurca bir tepki veriyorlar ve bu kısım tamamen kurgu. Çünkü hiçbirimiz böyle isyan etmek için yetiştirilmedik.
Sadece benim değil, etrafımdaki insanların sırları da senaryoda olduğu için, başta bu filmi çekmek istemedim ve ilk treatmanını çekmeceye koydum. Onu oradan çıkarmamın ilk şartı, hikâyenin mümkün olduğunca gerçeklerden uzaklaşmasıydı.
Sanırım Türkiye sinemasının gerçekçilikle mesafesi hep aynı. Seyircilerin de alışık olduğu bir mesafe söz konusu. ‘Mustang’ bu konuda kendisine has bir yerde duruyor. Filmde yer alan, alışılmışın dışındaki kodlar, izleyiciyi konforlu alandan çıkarıyor belki. Türkiyeli izleyici bu dili yabancı filmlerde kabul edebilir ama yerli sinemada benimseme isteği ağır basıyor. Filmle ilgili itirazlar tabii ki olabilir ama ‘Mustang’e yapılan itirazların arkasında şiddetli bir ötekileştirme eğilimi vardı. Benim ne kadar Türk olduğumla ilgili tartışmaları duymak şaşırtıcıydı.
Orhan Pamuk Nobel Ödülü’nü kazandığında, buradakine benzer bir yorumla karşılaşmıştı – Türkiye’yle ilgili bir konuyu, Batı’nın hoşlanacağı şekilde işlemek...
Evet. Ötekileştiren bu tavırla karşılaştıktan sonra şunu düşündüm: Aslında ben yabancıyım, çünkü izleyiciyle önceden tanışmıyoruz. İlk kez bir film yapıyorum. Film benim görüşümü yansıtıyor. Ortada yeni bir dil ve tavır var, belki de benden başka hiç kimse bu dili konuşmuyor. Filmdeki baskın bakış açısı kendi ailemden geliyor ve benim ailem Türk. İlk kez karşılaştığımız için belki ben bir yabancı olabilirim ama Türk olmadığım için değil...
Orhan Pamuk’u örnek vererek bahsettiğiniz bu duruma da üzülüyorum. Henüz filmi ilk gösterdiğim gün hissettim bunu. Yurtdışında başarılı olan bir kadın olarak acımasız tepkilerle karşılaşacağım konusunda beni uyardılar. Ancak bu filmde gerçekten çok başarılı beş oyuncu var. Senaryo dünyanın dört bir yanından insanın kalbine girmeyi bir şekilde başarıyor; yapı olarak da sağlam. Bu Batı’ya yönelik bir film değil. Saraybosna’da, Sahalin’de ödül kazandı. Filmin Güney Kore’deki dağıtımcıları bunun kendi hayatlarını anlatan bir hikâye olduğunu söylediler, bu olağanüstü bir durum. Türkiye’de kızacak, ağlayacak çok durum var; açıkçası, biz iyi haberiz.
İlk sahneden itibaren izlediğim her şey bana çok tanıdık geldi. O yüzden de senaryonun gerçekdışı olaylardan örüldüğü yönündeki yorumlara şaşırdım.
Filmin algılanışında, kadınlar ile erkekler arasında belirgin bir ayrım ortaya çıkıyor. Aslında ben bugün yaşadıklarımı senaryo aşamasında da yaşadım. Zaten o sırada filmle ilgili her şeyi sorguladım, düşündüm ve yapmayı seçtim. Gelen yorumlardan birinde, kızların libidosunun çok yüksek olduğu, filmin pornografik olduğu söyleniyordu. Bana göre bu yanlış bir suçlama. Bu yorumu yapan kişi kızların deneyiminden çok uzaktı, o yüzden olanları benimseyemiyordu. Fakat “doğru”, “aynen böyle” gibi tepkiler de aldım. Bazı erkeklerin deneyimledikleri gerçeklerden çok uzak şeyler anlatılıyor filmde.
Sanat ve sinema tarihinde dünyaya hep erkeklerin gözünden bakıyoruz. ‘Mustang’in özneleri ise kadınlar. Filmde onların neyi arzuladığını, nasıl düşündüğünü ve ne yaşadığını görüyoruz. Bu, erkekler için sıra dışı bir egzersiz, çünkü erkek karakterler üzerinden bir kurgu, durum veya masal seyretmeye alıştık. Erkekler bunun tam tersini yapmayı hiç bilmiyor, bu yüzden de yadırgıyor.
Filmi izlerken sadece kendi yaşadıklarım ve tanık olduklarımla değil, diğer kadınlara yaşattıklarımla, kanıksadığım bakış açısıyla da yüzleştim. Sizin için de benzer bir durum söz konusu muydu?
Ben bir keresinde içselleştirdiğim bazı değerleri başka bir kadına değil de kendime uyguladığımı fark ettim. Babamın cenazesinde annem tabuta yaklaştığında, bir adam tepki göstererek onu uzaklaştırmıştı. Yıkandıktan sonra bir kadın ona dokunursa, kirleneceğini iddia ediyordu. Çok kızmıştım. Uyarıyı yapan, hiç tanımadığımız, sadece o anda camide bulunan bir adamdı. Yıllar sonra yine aileden birinin cenazesinde bu kez ben tabuta yaklaştım ve birden, bunu yaparsam ölüyü kirleteceğimi düşünüp uzaklaştım. Sonra, babamın cenazesinde yaşanan söylenen şeyi kabullenip kendime uyguladığımı fark ettim. Bazı şeyleri biz de sorgulamadan tekrar edebiliyoruz ama bizi güçlü kılan, sorunlarla yüzleşebilmek.
Çekimler için Karadeniz Bölgesi’ni seçmenizin, mekânın fiziksel nitelikleri dışında özel bir nedeni var mıydı?
Aslında bu estetik bir seçenekti. Filmin masalsı bir tonu var, olaylar dünyanın bir ucundaymış gibi görünen bir köyde geçiyor. Senaryoyu yazdıktan sonra çekim için aradığım kasabanın gereklilik listesi o kadar uzundu ki... Ürpertici bir doğası olmalı, deniz kenarında ve zikzaklı yolları olmalı, derin perspektifler elde edebilmeliyiz, evden bakıldığında yol, deniz ve başka evler görünmeli... Bunun için bütün Karadeniz’i dolaştık. Filmin estetiğine uyan tek yer İnebolu’daydı. Ancak filmin İnebolu’da geçtiğini açıklamıyoruz; Karadeniz kıyısında, İstanbul’a bin kilometre uzaklıkta bir yer olduğunu söylüyoruz. Filmdeki evin yükselen duvarları gibi, İstanbul’a ulaşmak için aşılması gereken o bin kilometre de duvar gibi dikiliyor başkarakterlerin karşısına.
Oscar adaylığıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Film Oscar için yarışmak üzere seçildiğinde çok mutlu oldum tabii ki, ama hemen sonra bunun ne kadar büyük bir mesuliyet olduğunun farkına vardım. Fransa’nın yaptığı, çok radikal bir seçim. Ülkedeki bazı gruplar buna isyan etti, bu filmin ne derece Fransız olduğunu sorguladı. Oscar adaylığının açıklanması ve filmin Türkiye’de vizyona girmesiyle, her iki taraftan da “Bu kız buralı değil” yorumları yükseldi.