Geçtiğimiz haftalarda Orhan Pamuk’un ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ adlı son romanını en amiyane tabirle bayıla bayıla okudum. Romanda edebiyattan nasiplenirken, sosyolojik analizlerden ve psikolojik çözümlemelerden de ziyadesiyle nasipleniyorsunuz. Orhan Pamuk romanda, 40 yılı aşkın bir zaman içinde Bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını anlatıyor. Aşkta insanın niyeti mi önemlidir, kısmeti mi? gibi soruların da cevabının arandığı roman İstanbul’un geçirdiği dönüşümün de hafıza defterini ustalıkla tutuyor. Orhan Pamuk’un Çukurcuma’daki ve bu topraklara verebileceği en güzel hediye olan ‘Masumiyet Müzesi’ örneğini de düşünerek, kitabı bitirdikten sonra neden bir de ‘Kafamda bir Tuhaflık Var’ müzesi olmasın diye düşünmeden edemedim. Bunu düşünürken zihnimde New York’taki ‘Tenement Müzesi’ne bir kez daha yolculuk ettim.
Tenement Müzesi
Sıradan insanların sıradışı hikâyelerini veya mücadelelerini anlatım açısından New York’taki Tenement Müzesi başlı başına bir örnek. 1988’de Ruth J. Abram and Anita Jacobson tarafından müzeye dönüştürülen ve 1863’ten itibaren 7 bin göçmene ev sahipliği yapan Tenement evlerinden (Tenement kalabalık ailelerin oturduğu ucuz apartman anlamına geliyor) Orchard Caddesi’ndeki 97 nolu bina özel bir çabayla müzeye dönüştürülmüş. Sıradan insanların binbir güçlükle, göçmenliğin yarattığı mağduriyetlere rağmen hayatta kalma çabalarına, onların özeli, yaşam ve mücadele mekânı olan evlerinde yaşadıkları şekil ile tanık olmak çarpıcı bir deneyim.
Tenement Müze’sinde dört farklı konseptte, farklı ailelerin hayat hikâyelerinin ekseninde dört farklı tur satın alabiliyorsunuz. Ben ‘Zor Zamanlar’ turunu satın almıştım. Bu turda Alman Yahudi Gumpertz ailesinin ve İtalyan Katolik Baldizzi ailesinin hikâyelerine tanık oluyorsunuz. Rehberler size bu iki ailenin aynı kat üzerinde yaşadıkları ufacık apartman dairelerini gezdiriyorlar. Teatral bir performans sergiyen rehberler sayesinde asla dikkatiniz dağılmıyor. Gumpertz ailesinin kullandığı dikiş makinesi veya Baldizzi ailesinin kullandığı tabaklar, bardaklar aynen orada. Duvar kağıtlarından, koltuk kılıflarına herşey eski ve bir o kadar gerçek. O evdeki hikâyeler kimi zaman size etkileyici bir şekilde aktarılıyor. Baldizzi ailesinden o evde çocukluğu geçmiş kadının ses kaydı birden girdiğiniz mutfakta bulunan ipod aracılığı ile size ulaşıyor, o mutfak masasında dönen muhabbetleri bir zat onun sesinden dinliyorsunuz.
Müzeyi gezdikten sonra ‘tokileşen’, gökdelenleşen, otelleşen, ‘avmleşen’, kimliksizleşen ve gün be gün katledilen İstanbul’u düşünüyorum. Aynen Tenement Müzesi gibi hafıza mekânına dönüştürülmeye müsait onca mekân geçiyor gözümün önünden. ‘Kafamda bir Tuhaflık’ı okuduktan sonra Tarlabaşın’da bir katı Mevlüt Karataş ve ailesine ait olan, diğer bir katı Rum bir aileye, diğer bir katı Ermeni bir aileye, bir katı Roman ve bir diğer katı da Kürt bir aileye ait olan bir apartman hayal ediyorum. O apartmanda her biri İstanbul’un farklı bir dönemini yansıtacak daireler aracılığı ile bir ülkenin hikâyesini okuyup, o ülkenin sırlarına erişeceğiz.
‘İstanbul’da bir tarih sahnesi yeniden canlanıyor’, ‘Tarihin içinde bugünü yaşama keyfi’ gibi sloganlarla fütursuzca pazarlanan ‘Tarlabaşı 360’ projesi ile kafamdaki arasında 360 derece fark var! Benim Tarlabaşı Projem bir hafıza mekânına dönüşen, şu an yarım kalmış o projenin inşaatlarına dimdik meydan okuyan, gerçek ailelerin gerçek hikâyelerinin kaydını tutan, kudretini hakikatten alan beş katlı bir apartman… Ancak hafızadan, hakikatten yol sorarak tarih sahnelerinin yeniden canlandığı, bugünün içinde geçmişle,tarihle yüzleşme ‘keyfini’ yaşatan, ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın da ziyadesiyle ilham verdiği bir hafıza evimiz neden olmasın?