Bakalım becerebilecek miyim; eski, 45 yıldır tanıdığım bir arkadaşımın üç kuşak önceki akrabalarının en azından tanığı olduğu bir tehcir hikâyesi anlatacağım.
Hrant Dink’in, Agos’taki “Sabiha Gökçen Ermeni miydi, asıl adı Hatun Sebilciyan mıydı?” sorusunun belgeli cevabını bulmak için üç yıl önce çıktığım yolculukta ortasına düştüğüm bu hikâyeyi ailede bilen çok az kişi kalmış; her biri de farklı anlatıyor. Ailenin gençleri işin aslını, sanıyorum, ilk kez bu yazıyla öğrenecek. Hikâyenin Ermeni tarafının üçüncü kuşak temsilcisi Artin ise ne yazacağımı az çok biliyor, ama yazdıklarımdan belki tesadüfen, biri kendisini uyarırsa haberdar olacak; çünkü Agos okumuyor...
Kayseri-Malatya karayolunun tam ortasında, içinden Tohma Çayı’nın geçtiği bir kasaba var; Gürün. “Yaz tatillerinde otobüsle Gürün’e dönerken, yolun bir yerinde, eve kaç kilometre kaldığını bir bakışta anlardım” diye anlatıyor o arkadaşım 50 yıl öncesini, “Dağlar, tepeler birden beyaza keserdi, bembeyaz kireçtaşına.”
Oysa kasaba bugün bile yemyeşil. Çünkü ot, ağaç bitmez kireçtaşı tepeleri düzlenip teraslanmış, düzlenen yerlere küle karıştırılmış insan ve hayvan gübresi dökülmüş, tam 500 yıl boyunca. Gürün’ün tarım toprağı böyle oluşmuş; bağları, meyve bahçeleriyle bir yeryüzü cenneti böyle kurulmuş.
“Anadolu’nun verimi en yüksek buğday tarlaları da burada.” Osmanlı borçlarını devlet gelirlerine kaynakta el koyarak tahsil etmek için kurulan Düyun-u Umumiye’nin Fransız genel sekreteri Vital Cuinet, 1890’ların başında teftiş ettiği kasabadaki buğday verimini böyle tarif eder. Bir de ‘şali’ denen Gürün dokumasından söz eder Cuinet; bu yünlü dokumanın İngiliz piyasasında pek revaçta olduğundan.
Bunları becerenler, Raymond Kévorkian’ın kasaba kasaba, köy köy anlattığı ‘Ermeni Soykırımı’ adlı yapıtında sayılarının 14 bine yaklaştığını yazdığı Gürün Ermenileridir ve o Ermeniler, yine Kévorkian’ın yazdığı üzere, Mayıs-Ağustos 1915’te, sadece dört ay içinde nüfustan silinecektir. Önde gelenleri tutuklanıp öldürülür, kafile kafile sevk edilip yollarda kurşunlanır, bıçaklanır, canlı canlı kuyulara atılırlar. Çoğu nihai toplanma yeri Der Zor’a, hatta Antep’e bile varamadan katledilir. Katliamı yönetenleri de teşhis eder Kévorkian: Avundukzade Mehmed ve üç oğlu, Teşkilat-ı Mahsusa milisi komutanı Yüzbaşı İbrahimoğlu Mehmed, yerel İttihat ve Terakki yöneticileri İbrahimbeyoğlu Dilaver, Mamoağazade Emin, Köseahmedzade Abdullah, Eminbeyoğlu Mehmed…
Bugün artık Gürün’de sadece bir Ermeni aile var; var denemez, çünkü yazları gelip, Tohma Çayı’na bakan ev ve bahçelerini ne kadar olabilirse o kadar güzelleştirmeye çalışıyor, İstanbul’a dönüyorlar.
O aileyi iki yıl önce, o eski arkadaşımın Gürün’de aynı sokakta oturan bir akrabası aracılığıyla tanıdım. Hikâyelerini dinlediğimde üç kişiydiler; anne, oğul ve kız kardeş. Oğul Hrant Dink’in yaşıtı, Gedikpaşa Yetimhanesi’nden arkadaşı Artin’di. Hrant’ın kardeşlerini; Hosrof’u, Yervant’ı, haftasonları ziyaretlerine gelen Gürün kökenli baba Sarkis’i, çocukların kollarını açıp çığlık çığlığa ona nasıl koştuğunu (yüzündeki ifadeyi doğru anlamışsam, hâlâ kıskanarak) bugün bile hatırlıyordu.
‘Tertele var!’
Bu yıl, Eylül başında Gürün’de kapılarını yeniden çaldığımızda daha da eksilmişlerdi; anne ölmüştü, artık iki kişiydiler. Kalan bölümü bu gidişte anlattı Artin ve sırada, iki taksitte dinlediğim, eksiklerini geçen iki yılda orayı burayı kurcalayarak tamamladığım o hikâye var…
Temmuz 1915. Gürün’de artık tehcir, toplu cinayet aşamasına gelinmiş. Bir gün, Tohma Çayı’na bakan bir sokağın sağ ucundaki bahçeli, bahçesi meyve ağaçlarıyla dolu bir Ermeni evinin kapısı çalınır. Orta yaşlı bir kadın, Zarig açar. Evin reisi olan şal tüccarı (adı bugün de bilinmiyor) bir süre önce karısını, oğlu Garabed ve kızı Hiranuhi’yi Gürün’de bırakıp Konya’ya mal satmaya gitmiştir.
"Kapıda, tam karşıdaki bahçeli büyük evin sahibi Mehmed Bey vardır. “Haydi Zarig, hazırlanın” der telaşla, “Oğlanı kızı al, bize gidiyoruz! Başınız belada, Ermenilerin mallarına el konacak, hepsini sürecekler, tertele var! Seninle kız bizde kalırsınız geçene kadar, oğlanı da köye götürür, orada saklarım. Kocanı unut hem, o artık buralara dönemez.”
Kapıda tam karşıdaki bahçeli büyük evin sahibi Mehmed Bey vardır. “Haydi Zarig, hazırlanın” der telaşla, “Oğlanı kızı al, bize gidiyoruz! Başınız belada, Ermenilerin mallarına el konacak, hepsini sürecekler, tertele var! Seninle kız bizde kalırsınız geçene kadar, oğlanı da köye götürür, orada saklarım. Kocanı unut hem, o artık buralara dönemez.” Mehmed Bey’in nasıl bu kadar kesin konuşabildiğini anlayamaz Zarig, ama ona inanır ve dediğini yapar.
Çocukları hazırlar, kimseye görünmeden sokağın karşısındaki eve geçerler. “Biraz kalacaklar, ama kimseye tek kelime etmek yok” diye karısını tembihler Mehmed Bey. Oğlanı, Garabed’i alıp çıkarken “Birkaç güne gelirim, burada olduğunuzu kimse bilmesin, cama bile çıkmayın, alır götürürler ha, karışmam” diye, kalanları bir kere daha uyarır.
Ama merak bu; Zarig ve Hiranuhi tembihe uymaz. Mehmed Bey’in olacağını haber verdiği Ermeni katliamını; akrabalarının, tanıdıklarının çoluk çocuk kafileler halinde hemen önlerindeki kavaklı yoldan, Tohma Çayı kıyısından geçişini sessiz çığlıklar atarak, sindikleri pencere kenarından izlerler, günlerce… Böyle planlanmıştır tertele: Ermeni kafileleri Tohma kıyısınca uzanan yoldan Darende’ye yürütülecek, oradan güneye, Elbistan üzerinden Antep’e götürülecektir. İlk toplanma yeri orasıdır çünkü. Ama çoğu, değil Antep’e, Elbistan’a bile varamadan, yollarda katledilir; bıçaklanıp kuyulara, mağaralara, gözelere atılırlar.
‘Bunlar de ne Zarig?’
Gürün’ün Yazyurdu köyü yakınlarında derin, su dolu bir mağara var mesela, adı ‘Sahça’ yani Kuzgun Kuyusu; köylüler “Sahça Kuyusu neresi?” diye soran yabancılara bugün bile karşı soruyla cevap veriyor: “Dedektörün yanında mı?” Yüz yıldır define aranıyor çünkü orada; öldürülen, hatta canlı canlı kuyuya atılan, mağaraya tıkılan Ermenilerden arta kalmış olması umulan altın dişler yani…
Zarig ve Hiranuhi, işte öyle, kimseye görünmeden, sokağın hemen karşısında, üç metre ötedeki evlerine uzaktan bakarak, uzun aylar boyunca Mehmed Bey’in evinde yaşar. Mehmed Bey’in nihayet geri getirdiği Garabed oğlanın saklandığı köyde Kürtçeyi sular seller gibi öğreneceği kadar uzun aylar boyunca...
Ev sahibinin “Tamam, bitti, artık eve dönebilirsiniz” müjdesiyle, ilk Zarig hareketlenir. Kızıyla kaldığı odada aylardır üstünde yattığı şilteyi ortaya getirir ve “Sırtım delik deşik oldu” diye söylene söylene, başlar sökmeye. Odanın ortasında şilteye saklanan altınlardan küçük bir tepecik birikmiştir ki, Mehmed Bey bir şey söylemek için içeri girecek olur; şaşırır ve ağzından, bugün ailenin her yaşlı ferdinin farklı anlattığı hikâyenin ortak başlığı dökülür: “Bunlar da ne Zarig?”
Anlatır anne, saklamaz: Ermenilerin başına gelecekleri ilk Mehmed Bey’den öğrenmemiştir elbette, Gürün aylarca çalkalanmıştır, üstelik kocası da yanında yoktur; o da altınlarını toplamış, şiltenin içine dikip bu eve getirmiştir, şimdi de götürecektir.
“Olmaz” diye çıkışır Mehmed Bey, “Geçti dedim ama, ne olacağı belli olmaz yine de. Altınlar burada kalacak, ben ortalık iyice düzelince sana getiririm. Hem yarısı benim, evimde o kadar saklandınız…” Bu, altınlarını son görüşüdür Zarig’in.
Aradan yıllar geçer; Garabed oğlan Halep’e, sonra da Ermenistan’a gitmiş ve orada ölmüştür. Gürün Müslümanlarının artık ‘Pakize’ dediği Hiranuhi ise, kendisi de Malatyalı bir kılıç artığı olan ve ne kadar güzel keman çaldığını Gürünlülerin bugün bile hatırladığı kalaycı Hovsep’le evlenmiştir. Üç de kızları olmuştur: Lüsin, Aznif ve Elis…
Artin, işte o kızlardan birinin, Aznif’in oğludur. Üçüncü sınıftan itibaren, yazlarını Gürün’deki ninesi, Hiranuhi’nin, bahçesi meyve ağacı dolu evinde geçirir Artin. Kitaplarını da götürür ve ağaçlara tırmanmaktan sıkıldığında ders çalıştığı bile olur.
Bir gün, tam hatırlamıyor ama üçüncü ya da dördüncü sınıfın yaz tatilinde, hayat bilgisi kitabını önüne açtığı bir gün, nine Hiranuhi, Artin’in omzunun üstünden eğilir, işaret parmağıyla kitaptaki bir fotoğrafa dokunur ve çığlığı basar: “İşte o!”
“O” kim?
“Bizi Ermeni sevkiyatından kurtaran, evinde saklayan adam! Mehmed Bey! Vallahi odur!”
Nine Hiranuhi’nin Mehmed Bey’le ilgili tek tepkisi bu olur o an; ne annesi Zarig’in kucak dolusu altını gelir aklına, ne Mehmed Bey’in altınların yarısına el koyması, ne verdiği söze rağmen öteki yarının da üstüne yatması…
“Mal, canın yongasıdır.” Canını korudu ya, ko’gitsin malın mülkün. Biz tuzukurular böyle bilmeyiz, böyle anlamayız bu atalar sözünü ama Ermeni Soykırımı’ndan kurtulanlar için anlamı, herhalde tam da budur.
‘Millî Mücadele’nin Kâbesi’
Dönüşte Sivas’tan geçerken gördüm: Bütün cadde ve meydanlarda Hiranuhi’ye 50 yıl önce çığlık attıran o fotoğrafın dev posterleri vardı; ‘Milli Mücadele’nin Kâbesi’ diye tanımlanan 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi’ne katılanların topluca görüntülendiği fotoğrafın... Önde, tam ortada Mustafa Kemal oturuyor. Hiranuhi’nin “İşte o” deyip fotoğrafta işaret parmağını üstüne koyduğu Mehmed Bey ise, beyaz sakalıyla Mustafa Kemal’in tam arkasında, ayakta.
Sivaslı yerel tarihçiler o Mehmed Bey’in kimliğini, künyesini saptayalı çok olmuş: Beypınar köylü, Gürün eşrafından Eminbeyoğlu Mehmed Bey (Moğolkoç-Malkoç).
Raymond Kévorkian’ın ve Ermenilere yapılanları Millî Mücadele’nin öncülü sayan Türk tarihçilerin, Gürün tehcirinin sorumlusu olduğunu yazdığı yerel İttihad ve Terakki yöneticisi.