Verjin Şapçıyan’la (sanatçı ismi Verşa, namıdiğer Verjin Şapçı), evinin salonunda, portakallı naneli drajeler eşliğinde sohbet ettik. Resim anlayışını “tuvale felsefe nakşetme” olarak tanımlayan Verşa, resim hayatını anlatıyor.
1974’ten beri profesyonel olarak resim yapan, ‘Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ adıyla kurulan 100 yıllık ‘Güzel Sanatlar Birliği Resim Derneği’ne üye olan ve Mıhitaryan’da üç yıl boyunca çocuklara ücretsiz resim dersi veren Verşa, söze, resim hayatının başlangıcını anlatarak giriyor: “Çocukluğumdan beri hep resim yaparım. Üçüncü sınıftan beri çiziyorum ve boyuyorum. Boyamam da çok iyiydi, desenim de.” Kumkapı İncirdibi Protestan İlkokulu’ndaki zamanlarından söz ediyor Verşa: “O okulda Amerikalı bir resim öğretmenimiz vardı. Resim defterimi gördükten sonra annemin ve babamın, yeteneğimden haberdar edilmesi gerektiğini söylemişti diğer öğretmenlere. Bilmiyorum, hatırlamıyorum, aileme söylendi mi. Çalışıp para kazanmak zorundaysan, bunlar zaten hiçbir şey ifade etmiyor.”
İlkokuldan sonra Sankt Georg Avusturya Lisesi’ne devam eden Verşa, liseyi de bitirdikten sonra, çok istemesine rağmen, sözünü ettiği çalışma zorunluluğundan ötürü Akademi’ye gidemiyor. Yıllarca eline paleti almayan Verşa, resme ancak 30’lu yaşlarında dönebiliyor. 1974’te haftada bir Kristin Saleri’nin atölyesine gitmeye başlayan Verşa, daha sonra, yedi yıl boyunca, haftada iki kez Maçka’daki İstasyon Sanat Evi’ne, Sabri Berkel’in yanına gidiyor.
Santorini’yle açılan yol
Türkiye’deki modern resim geleneğinin en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilen Sabri Berkel’den çok şey öğrendiğini anlatan Verşa, onunla çalıştığı dönemde yaptığı bir yolculuğun, önünü açtığını anlatıyor: “Sabri Bey’le çalışırken Santorini’ye gittim. Bu ada bana fırçamı nasıl kullanacağımı gösterdi. Döndüğümde Sabri Bey şaşırmış, ‘Kızım, ne olmuş sana böyle?’ demişti hatta. Beş arkadaş gitmiştik oraya. Konuşmuyordum, arkadaşlarım ‘Neyin var?’ diye sorduklarında ‘Beni biraz yalnız bırakın’ diyordum. Döndükten sonra uzun yıllar çalıştım bu konuyu, vazgeçemedim.” Santorini’ye bir daha hiç gitmeyen Verşa’ya “Oraya taşınmak istemez misiniz?” diye soruyorum; “Benim Burgaz’ım var” diyor. Zaten ev de toplanmış, birkaç hafta içinde kapatılıp yazlığa geçilecek.
Bugün, Sabri Berkel kuşağından az sayıda kadın ressamın adının hatırlandığından, sanat dünyasının ve galerilerin de erkek egemenliği altında olduğundan söz edip, Verşa’ya kadın ressam olmanın zorluklarını ne ölçüde yaşadığını soruyorum. Kısa cevabı işin özünü anlatmaya yetiyor: “Kadın ressam olmak hâlâ zor, çünkü ben asla sadece bir ressam olamam; aynı zamanda evini toparlaması gereken bir ev kadınıyım. Tuvalin karşısında saatlerce çalışacak lüksüm yok.”
‘Ben dünyaya aitim’
Verşa’yla Ermenilik meseleleri üzerine konuşmak çok zor. Bu tür sorular sormamam gerektiğine dair tatlı uyarıyı bir anekdot aracılığıyla alıyorum. “Viyana’daki sergime gelen bir gazeteci, bana ‘Kendinizi bir Türk ressam olarak mı hissediyorsunuz, Ermeni ressam olarak mı?’ diye sordu; ben de ‘Lütfen’ dedim, ‘bana bakın. Ben bir sanatçıyım. Ne Türk, ne de Ermeni ressamım. Ben dünyaya ait bir ressamım. O kadar.’ Nasıl böyle şeyler soruyorlar, anlamıyorum. ‘Türk ressamı’, ‘Ermeni ressamı’ diye bir şey yok.”
‘Ressam olmak gibi bir hayaliniz var mıydı peki?’ diye sorduğumdaysa, Verşa “Hayır, bir gün ressam olacağım aklımdan geçmezdi” yanıtını veriyor ve ekliyor: “Ama şimdi tek uğraşım resim, ve artık rahatlıkla ‘Ben ressamım’ diyebiliyorum. Uzun zaman kartvizit bile bastıramadım ‘ressam’ adı altında.” Nihayet 90’larda, özellikle yurtdışında açtığı sergilerden aldığı güvenle, üzerinde ‘ressam’ yazan bir kartvizit bastırmış.
Bugüne dek Avustralya, Almanya, Avusturya, Rusya Yunanistan ve son olarak Fransa’da kişisel sergiler açan Verşa’yla Paris dönüşünde yaptığımız sohbetin büyük bir bölümünde bu sergi üzerine konuşuyoruz. Verşa, sergi sonrasında yaşamaya devam ettiği mutluluk ve memnuniyeti sohbetimiz süresince farklı şekillerde ifade ediyor. Sohbetin bu bölümünü, en sıkıştırılmış haliyle aktarıyorum: “Paris’teki ilk sergimin adı ‘Bonjour Paris’ oldu. Prof. Dr. Demir Önger, yani Doktor Bey’in Paris Anadolu Kültür Merkezi’ndeki sergi mekânında yapıldı. Kapadokya serisinden resimler sergilendi. UNESCO Daimi Temsilcisi Hüseyin Avni Botsalı, Doktor Bey, o bölgenin belediye başkanı Delphine Bürkli ve yardımcısı, İstanbullu bir Ermeni olan Aleksis Govciyan açılışta konuşma yaptı. Her şey mükemmeldi.”
‘Beni yalnız bırak’
Verşa’nın en çok etkilendiği ressamlar tatlı sohbetimizin son konusu oluyor: “Cezanne, Picasso, Matisse ve bir de Monet... Ah o Monet’nin nilüferleri... Paris’te onun bahçesine gittik arkadaşımla, devasa nilüferlere bakıyoruz. Arkadaşım ‘Ne oldu, neden ağlıyorsun?’ dedi. ‘Beni yalnız bırak’ dedim. Aklıma geldikçe hâlâ duygulanırım. İçine aldı beni o tablo, ben o tablonun içinde kayboldum.”
Bunları anlatırken yaşadığı duygu yoğunluğu, ona, kendisini ağlatan başka bir anısını hatırlatıyor: “Bir de Luxor’u dolaştığımda öyle olmuştum. Kendimi orada o kadar küçük hissetmiştim ki, ağlamıştım. ‘Ne oldu Verjin Allah aşkına, neden ağlıyorsun?’ diye sordu arkadaşım. ‘Bilmiyorum’ dedim, yalnız kalmak istiyorum’.”
Ben “Etkilendiğiniz bir şey gördüğünüzde hep böyle mi oluyor size?” diye sormak üzereyken, Verşa zihnimi okumuş gibi, son sözünü söylüyor: “Evet, ben öyle güzellikler karşısında ağlıyorum.”