Gazeteci Meline Toumani'nin ilk kitabı ‘There Was and There Was Not’ı (Bir Varmış Bir Yokmuş) geçtiğimiz aylarda Amerika'da yayımlandı ve büyük yankı uyandırdı. Kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak Diaspora Ermenilerine eleştirel bir ayna tutan, bu nedenle de kitabı ABD'deki Ermeni çevrelerinden boykot çağrılarına varan tepkiler alan Toumani'yle New York'ta konuştuk.
Meline Toumani, İran’da doğup ABD’de büyümüş ve uzun yıllar New York Times için çalışmış bir gazeteci. İlk kitabı, ‘There Was and There Was Not’ı (Bir Varmış Bir Yokmuş) geçtiğimiz aylarda Amerika’da yayımlandı ve adeta daha matbaadan çıkar çıkmaz büyük yankı uyandırdı. Bunun nedeni, kitabın Ermeniler, soykırım ve Ermeniler ile Türkler arasındaki ilişkileri ele alan önceki kitaplardan farklı bir bakış açısı ve eleştiri sunmasıydı. Toumani, kitabında, kişisel deneyimlerine dayanarak Diaspora Ermenilerine eleştirel bir ayna tutarken, bir yandan dan kendi önyargılarıyla hesaplaşmasını, Türkiye’deki yaşam tecrübesi ile Türkiye toplumunu anlama çabasını, Ermeni kimliğinden kopmadan bireyselleşme yolculuğunu anlatıyor. Toumani, kitap boyunca, “Söylemleri ve davranışlarıyla uyum içinde olmadığınız bir topluluğun üyesi olabilir misiniz?”, “Bir trajedi sömürülmeden nasıl tanınır?”, “Soykırım nefret duygusuna yenik düşmeden nasıl hatırlanır?” gibi sorulara yanıt arıyor. Kitap Amerika’daki Ermeni çevrelerinde sert tepkiler aldı, hatta bu tepkiler boykot çağrılarına kadar vardı. Toumani ile, yaşamını sürdürdüğü New York’ta konuştuk.
Niçin bu kitabı yazma ihtiyacı hissettin? Yazım süreci nasıl bir yolculuktu?
Bu kitabı ilk yazmaya başladığımda daha farklı bir vizyonum vardı ve kitap süreç içinde bambaşka bir şeye dönüştü. Yola çıktığım vizyon, Ermenileri Türklere, Türkleri de Ermenilere gösterecek bir pencere açmaktı. Diasporalı bir Ermeni olarak Türkiye’ye gidecek, açık fikirli olacak ve muhaliflik yapmayacaktım. Açık fikirli olmakla ilgili kastım, 1915’te ne olduğunun Türk versiyonu ile ilgili değildi; kastım, Türkiye toplumunu ve sıradan bir Türk vatandaşının resmi söylem dışında soykırım ile ilgili görüşlerini anlamakla alakalıydı.
Fakat bu uzun zaman önceydi, çünkü Türkiye’deki durumun benim tahminimden daha kötü olduğunu anladım. Artık mesele Ermenilik ve Türklükten ziyade, kendime, tüm politik söylemlerden, lobi gruplarından veya ailemden bağımsız bir alan açmaktı, birey olmaktı. Bir topluluğun parçası olmak biraz garip ve tahrif edici bir tecrübe olabiliyor, bu kitap aslında benim bu tecrübe ile nasıl mücadele ettiğimi yansıtıyor. Bizler sadece soykırım kurbanları değiliz, aynı zamanda başka şeyleriz…
Diaspora Ermenilerin nefret duygusu ile dolu olduğundan bahsediyorsun. Tepkilerin büyük kısmı da bununla ilgili. Nefretle ilgili açıkça yazmak konusunda tereddüt ettin mi?
Hem ettim hem de etmedim. İnsanların bu kelimeye bu denli odaklanması beni şaşırttı ve bu rahatsız edici bir hal aldı. Amerikan medyası da bu kelimeye çok odaklandı ve diyaloglar “O halde siz Türklerden nefret etmek üzere yetiştirildiniz” ile başlar oldu. Bunun odaktan saptırıcı olduğunun farkına varınca dediklerimi yeniden formüle etmeye ve şu açıklamayı getirmeye başladım: “Evet, ortada bir nefret var ama bu çok spesifik bir nedenden dolayı var. Ataları soykırımda katledilmiş bir toplumun bireylerinin böyle hissetmesi doğaldır, Türkiye bu hakikati inkâr ediyor ve bu sıradan veya öylesine bir nefret değil.”
Sen de nefretin tuzağına düşmüş müydün? Bu duygu senin kişisel tecrübende ne denli hâkimdi?
Nefret oradaydı ve zaman ilerledikçe benimle uyuşmadı. Yaşadığı bir olayı anlatmak isterim. 25 yaşındayken, Amerikalı olan eski erkek arkadaşımla San Fransico’da sinemaya gitmek için taksiye bindik. Sinemanın olduğu sokak ‘Turk Sokağı’ ile kesişiyordu. Şöfor hangi sokakta inmek istediğimizi sordu. Erkek arkadaşım otomatik olarak “Biz Türk Sokağı’nda inmeyiz!” dedi. Benim tavrımı Amerikalı erkek arkadaşım dahi içselleştirmişti. Şöfor arkasını döndü ve “Ben Türk’üm” dedi. Ben de ona, özür dilemeden, 1915’te Türklerin atalarımıza soykırım yaptığını söyledim. O zaman küçük de değildim; 25 yaşındaydım. 28 yaşlarımda artık bunun eğlenceli olmadığını, bu tutumun utanç verici ve ırkçı olduğunun farkına vardım. Bu benim olmak istediğim kişi değildi. Bu kitap ve Türkiye’deki tecrübem beni bu duygulardan özgürleştirdi ve Türkleri de şeytan olarak görmekten kurtardı. Bu yine de her bir önyargıdan kurtulduğum anlamına gelmiyor; çünkü bu uzun bir süreç.
Kitapta Ermeni olmanın benliğin için bir engel oluşturduğundan bahsediyorsun, Ermenilik bir yük haline mi geldi?
Yük kelimesi kulağa iyi gelmiyor; fakat her daim bir misyon ve bir ajandaya hizmet etmek, yaptığın her ödevde soykırımdan bahsetmek gibi yükümlülüklerin duygusundan azad olmak belki de… Örnek vermek gerekirse, eğer soykırımla ilgili bir roman yazmak istersen bu politik çerçevenin sınırları ile yazılıyor, bu çerçeve de soykırımın tanınması kampanyaları ile çizilmiş durumda. Keşfedeceğin şeyler olsa bile hikâyenin sınırlarını biliyorsun.
Massachusetts’de bulunan ‘Camp Armenia’da 11 yaşında soykırım öğretilerine maruz kalmandan ve bunun seni nasıl etkilediğinden bahsediyorsun. Nasıldı bu tecrübe?
Hatırladığım şey, ailemin arabasının arkasında kampa her gittiğimde David Kherdian’ın gençler için yazdığı ve soykırımı anlatan ‘Road from Home’ kitabını okumaktı. Bu kitabı kamp yolunda ve kamp dönüşünde defalarca okudum ve ağladım. 10 yaşımda kütüphanelere gider ve soykırım anlatılarıni içeren kitapları arar ve okurdum. Türkiye’nin düşman olduğu konusu oldukça netti ve bu da kampta soluduğumuz havanın bir parçasıydı. Kitaptan sonra aldığım tepkilerden biri, “Biz Türklerden nefret ederek yetiştirilmedik!” oluyor; ben bunu söyleyenlerin dürüst davrandıklarını düşünmüyorum.
Türk diplomatları öldüren ASALA militanlarının anıldığı Lizbon Beş anmaları gibi birçok mevzudan açıkça bahsediyorsun; Ermenilere yönelik eleştirilerini oldukça açıksözlü bir şekilde dile getiriyorsun, zor oldu mu bunları kaleme almak?
İnsanların üzüleceğinden şüphem yoktu ama dürüst olmak konusunda da şüphem yoktu. Kendi tecrübelerimi ve toplumumu eleştirmeden, kendi hatalarımız konusunda dürüst olmadan Türkleri eleştiren birkaç bölüm yazmak neye yarayacaktı ki? Ermeniysen tabii ki Türkiye’yi eleştiriyorsun ama artık bu ne kadar ilginç? Türkiye’yi eleştiren bir başka Ermeni oluyorsun sadece. Ama eğer kendime de ayna tutup, kendimden olanı da eleştirebiliyorsam benim Türkiye’ye yönelik eleştirilerim çok daha tutarlı olur. Türkiye’nin inkârından her daim konuşuyoruz ama bizim nasıl davrandığımız ve konuştuğumuz konusundaki inkârı da konuşmamız gerekiyor. Bu kitap dürüst olmaya bir çağrı, Lizbon Beş anması gibi olayları ve bu psikolojiyi de konuşmamız gerekiyor.
Boykot çağrılarına varan bu tepkileri ve bunun altındaki psikolojiyi nasıl değerlendiriyorsun?
En hayret ettiğim kitabımı okumadan beni eleştirmeleri; yalanlar üretip senaryolar yazmaları ve beni sanki soykırımın tanınmasına dahi karşıymışım gibi lanse etmeleri. Eğer kitabımı okusalardı, neden soykırımın tanınmasından yana olduğumu da, bunun için geliştirdiğim nedenleri de görebilirlerdi. Ama o nedenlerin yetiştiğim nedenlerden ve onların çizdiği çerçeveden farklı olması onları rahatsız etti. Beni Türk, Yahudi casusu olarak nitelendirdiler, hatta soyadımın sonunda –ian olmadığı için, kendinen nefret eden bir Ermeni olduğumu ve soyadımı dahi değiştirdiğimi söylediler. Halbuki Toumani soyadı ile doğdum, birkaç nesildir hep Toumani’yiz ve hiç Toumanian olmadık ki!
Bana saldıran insanların sesleri yıllardır benim kulaklarımdaydı, onlar benim yetiştiğim ortamı yarattılar ve bu ortam bu kitabı yazmam konusunda beni motive etti. Yalan açıklamalar ve ithamlar beni rahatsız eden tek sorun, çünkü kitabın vermek istediği mesajın kontrolünü elimden alıyor.Bunları söyleyerek beni onların dillerini kullanmaya zorluyorlar.
Bir ara internet sitemin tepesine bir banner koyup, “Ben soykırımın tanınmasına karşı değilim! Sadece soykırımın neden tanınması gerektiğine dair kendi nedenlerimi bulmayı ve bu meselenin Ermenilerin hayatları üzerindeki etkisini anlamayı diliyorum” diye bir not yazmayı düşündüm, fakat sonra vazgeçtim. Çünkü bu kitap tam da “Beni kendi ajandanız içine zorlamayın” demek için yazıldı, eğer bu ibareyi koysaydım yeniden oraya kıstırılmış olacaktım.
Erdoğan’ın taziye mesajını nasıl değerlendiriyorsun?
Bunu beklemiyordum, tatmin edici değildi ama yapıcı işlevlerini göz ardı edemeyiz. Çok dikkatlice yazılmış bir metindi ama neticede bir 24 Nisan günü bunu söyledi ve bir şeylerin olduğunu tanıdı. New York Times bunu sanki Erdoğan soykırımı tanımış gibi yansıttığında hoşuma gitmiyor, çünkü Erdoğan tanımıyor ama öte yandan insanların bu açıklamayı göz ardı etmesi ve hiçbir şeymiş gibi davranması da hoşuma gitmiyor. Benim asıl duygusal tepki verdiğim ve benim için gerçekten büyük olan şey ise özür kampanyasıydı.
Kardeşlik söylemini sahte buluyorum
Türkiye’de özellikle 2007 sonrası, Ermeniler kardeşimizdir diyen, Ermeni sorunu konusunda farkındalığı yüksek bir kesim ortaya çıktı. Kardeşlik söylemlerini nasıl buluyorsun?
Kardeşlik söylemlerini sahte ve tahakkümperver buluyorum. Gerçekten ihtiyacımız olan şey arkadaş veya kardeş olmak değil. Uzlaşma dediğimiz şey, farklılıklar, farklı önyargılar etrafında aynı masada toplanıp dürüst bir tartışma yapabilmek demek. Kitabın sonunda biraz sinik bir tutum içine girdim, çünkü bu hepimiz kardeşiz söylemlerinden çok yoruldum. İki milletten müzisyenleri bir araya getirmek uzlaşma filan değil, bu adımlar iyi hoş ama sürecin sadece bir parçası. Asıl amaç ifade özgürlüğünün olduğu demokratik bir topluma erişmek ve tarihin dürüstçe hesabının verilmesini sağlamak.
Hrant Dink yeni sorular sormama vesile oldu
19 Ocak 2007 ile ilgili de bir bölüm var kitapta, Hrant Dink senin için ne ifade ediyordu?
Onunla 2005’te tanıştım, kısa bir toplantıydı. Benim Diaspora’da Ermeni olmakla ilgili hissettiklerimi karşılayacak bir dil arayışı içersindeydim. Bilmediğin ve hiç bir bağının olmadığı bir ülkeye bu kadar odaklanmış olmak, soykırıma kimliğinin bir parçası olarak odaklanmak ve neler olduğunu sorgulamama gibi duygu ve davranışlara uygun bir etik bulmak kolay değildi. Bu noktada Hrant Dink ile tanıştım ve o da duruma benzer çerçeveden bakıyordu ve Diaspora’a akan nefretin zehirli olup yapıcı olmadığını açıkça ifade ediyordu
Hrant Dink’i okumak ve onu tanımak bana bu mevzuları başka bir dille konuşabileceğimizi gösterdi ve yeni sorular sormama vesile oldu. 19 Ocak 2007 benim New York Times’daki son günümdü, kısa bir süre sonra Türkiye’ye gidecektim, fakat o gün Hrant Dink’in öldürüldüğünü öğrendim. Bütün umutlarım kamikaze dalışı gibi dibe çöktü. Hrant Dink ezber bozucu şeyler söylüyordu ama diasporayı taklit etmiyordu. Onun kadar merhametli, geniş yürekli ve affetme erdemiyle dolu bir insanın katledilmesi çok acı.