Beyrut’taki Taşnaktsutyun’lu gençlerin Türkiye’nin doğusuna, onların ifadesiyle ‘Batı Ermenistan’a yaptıkları ‘hac ziyareti’nden de geriye en çok şaşkınlık, şok ve hayal kırıklığı kalıyor. Bundan belki on, yirmi yıl önce yapılması mümkün olmayan bu yolculuğun ve bu büyük yüzleşmenin ayrıntılarını Lübnanlı Araz Kojayan anlatıyor.
Hrant Dink Vakfı’nın geçen hafta Ankara’da düzenlendiği ‘Mühürlü Kapı: Türkiye-Ermenistan Kapalı Sınırının Geleceği Konferansı’nda ilgi çekici sunumlardan biri de, Lübnanlı Araz Kojayan’ın, Beyrut’taki Taşnaktsutyun’lu gençlerin Türkiye’nin doğusuna, onların ifadesiyle ‘Batı Ermenistan’a yaptıkları ‘hac ziyareti’yle ilgiliydi. Yılın her dönemi düzenlenen bu gezi programına katılan gençlerin büyük bir çoğunluğu Türkiye’ye ilk defa geliyor ve dedelerinin bir zamanlar yaşadığı vilayetleri ve köyleri ziyaret ediyor. Ziyaretlerinden sonra genç ‘hacı’larla röportaj yapan Kojayan, “Batı Ermenistan onlar için sadece Türkiye’nin doğusu değil, aynı zamanda atalarının göçe zorlandığı topraklar” diyor. Bu gençler için, bir zamanlar atalarının olan toprakları ‘geri almak’ için gitmiyor olmak, ağır bir yük. Bu ziyarete ‘hac’ demeyi tercih etmelerinin nedeni de bu.
Kendilerini bu toprakların ‘asıl sahipleri’ kabul eden bu gençler, soykırımdan kurtulan dede ve ninelerinden dinledikleri memleket anlatılarıyla büyürken, sahip oldukları tahayyülün de şu anki gerçeklikle bir alakası yok elbette. Doğal olarak, onların ‘hac ziyareti’nden de geriye en çok şaşkınlık, şok ve hayal kırıklığı kalıyor. Bundan belki on, yirmi yıl önce yapılması mümkün olmayan bu yolculuğun ve bu büyük yüzleşmenin ayrıntılarını Kojayan’dan dinledik.
‘Türkiye-Ermenistan’ sınırının Lübnanlı Ermeniler için anlamı ne?
Ermenistanlılar için somut ve gözle görülür olan bu sınır, Lübnanlı Ermeniler için bambaşka bir dinamik ifade ediyor. Bu sınır onlar için aynı zamanda ‘Türkiye-Diaspora’ arasında da bir sınır. ‘Türkiye-Diaspora’ sınırı, Türkiye’nin Ermeni Meselesi ve Ermeni Soykırımı’nın inkârına yönelik gösterdiği politik tutumunun ürünü. Diaspora için bu sınır yüzyıllık bir Türkiye boykotunun da ifadesi; Türkiye sınırları içinde seyahat etmemek, ticaret yapmamak, Türkiye’nin Lübnan’da düzenlediği etkinliklere katılmamak ve Türk diplomatların Lübnan ziyaretlerini protesto etmek gibi. Bu sebeple Lübnanlı Ermeniler için hayali olan bu ‘Türkiye-Diaspora’ sınırı bir yandan da günlük yaşamlarının bir parçası.
"Bu insanlar kendilerini ‘Batı Ermenistan’ toprağının ve o toprak üzerindeki evlerin asıl sahipleri olarak görüyorlar. Memleket saydıkları yere ‘geri almak’ için değil, sadece ‘ziyaret’ etmek için gitmeyi onur kırıcı buldular. Bu yüzden bu geziye ziyaret değil ‘hac ziyareti’ diyorlar."
‘Türkiye-Diaspora’ sınırının aynı zamanda duygusal bir sınır olduğunu da söylüyorsunuz.
Evet, soykırımdan kurtulanların torunları, kurtuluş hikâyelerinin doğrudan mirasçıları. Her ne kadar bazı travmalar aktarılmamış olsa da, bu hikâyelerin çoğu anlatıldı ve günlük yaşamımızın birer parçası oldu. Lübnanlı Ermenilerin algısında soykırım yapanlar ‘Türkler’ ve bu algı soykırıma tanıklık eden eden Ermenilerin ve Ermeni olmayanların ürettiği sayısız yazılı eser aracılığıyla güçlendi. Bir de bunun üstüne adalet için verilen mücadelenin nesilden nesle aktarımı geldi. Tüm bunlar Lübnanlı Ermeniler için sınırı geçerken duygusal bir engel de oluşturuyor. Bu insanlar kendilerini ‘Batı Ermenistan’ toprağının ve o toprak üzerindeki evlerin asıl sahipleri olarak görüyor. Memleket saydıkları yere ‘geri almak’ için değil, sadece ‘ziyaret’ etmek için gitmeyi onur kırıcı buluyorlar. Bu yüzden bu geziye ziyaret değil ‘hac ziyareti’ diyorlar.
Onları, onur kırıcı buldukları bu ‘hac ziyaret’ini yapmaya iten ne?
Onları hem duygusal hem de somut olan sınırı geçmeye iten; akıllarındaki memleket fikrinin gerçeklikle ne kadar uyuştuğunu görmek, bu merakı gidermek ve bir ‘ev’ arayışına çıkmaktı. Herhangi bir Ermeni izi görmek ve bu izler sayesinde koparıldıkları toprakla yeniden bir bağ kurmak için gelen insanlar bunlar. İz derken, Ermeni kiliseleri, manastırları, mimarisi ve hâlâ orada yaşayan Ermenileri, başka bir deyişle Ermeni kültürünü yansıtan herhangi bir şeyi kast ediyoruz. Bu izlerin Türkleştirildiğini görmek çoğu zaman memnuniyetsizliğe sebep oldu. Ani Harabeleri ve Kars’taki kaleler gibi mülklere el konulması, Ermeni kültür öğelerinin ihmal edilmesi, Ermeni mahallelerinin ve evlerinin yıkılması ve kiliselerin camiye çevrilmesi gibi Türkleştirmeye dair örnekler onları ‘hac ziyaret’lerine yabancılaştırdı. Bir Ermeni görmek beklentisiyse ancak ‘Müslüman Ermeniler’le tanıştıklarında gerçekleşti.
Ermenilerin ait olduğu toprağa yüz yıl sonra gelmiş gençler olarak kendilerini bu topraklara ait hissedebildiler mi?
Ait hissetme duygusunun iki şekilde yaşandığını gördük; duygusal aidiyet ve kelimenin sözlük anlamıyla aidiyet. ‘Kelimenin sözlük anlamıyla aidiyet’ terimi, zamanla kazanılan bilinçli bir aidiyet anlamına geliyor. Duygusal aidiyetse, tecrübe ve o toprakla yeniden kurulan bağ sayesinde oluşuyor. Katılımcıların çoğu bu duygusal aidiyet hissine erişemedi, fakat herkes kendini ‘kelimenin sözlük anlamıyla ait’ hissetti ve ‘Batı Ermenistan’a bir kez daha gelerek ve daha çok zaman geçirerek duygusal bir aidiyet kurabileceklerinden söz etti. ‘Hac ziyareti’, ‘Batı Ermenistan’ın şu anki durumunu sübjektif değil, objektif bir yerden görmelerini sağladı. Bir şekilde Lübnan’dayken kafalarında yarattıkları görüntüler değişti.
Zihinlerindeki ‘Batı Ermenistan’ yerine gerçeğini görmek nasıl etkiledi onları?
Hayal edilmiş ‘Batı Ermenistan’la bugün gerçek olanın çatışması büyük bir yüzleşmeye sebep oldu. Hatta bu, yüzleşmelerin en büyüğüydü diyebilirim. Onların zihnindeki görüntüler dede ve ninelerinin aktarımıyla, edebiyat ve tarih anlatımıyla oluşmuştu. ‘Batı Ermenistan’ı ders kitaplarından, şanslı olanlarsa aile arşivindeki fotoğraflardan gördüler. Bu fotoğraflar 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki hayatı gösteriyor. Üstelik ‘Batı Ermenistan’a dair en etkili fotoğraflar da tehcir ve katliam fotoğrafları. Fakat hiçbir fotoğraf metinler aracılığıyla aktarılan tahayyüller kadar güçlü olamaz. Bu tahayyül içerisinde, Ermenilerin, yani bu toprakların yegâne yerlilerinin tehcir edilmesi ve sıralar halinde, çıplak ayakla yürüyen, işkence edilen kadın ve çocuklar ya da düşünürlerin herkesin önünde idam edilmesi sebebiyle bomboş kaldığı düşünülen topraklar var. Bu yüzden ‘Batı Ermenistan’a gittiklerinde şok oldular. Daha medeni yeni bir resimle karşılaştılar. Geleneksel Ermeni köyleri yerine yepyeni şehirler görmek onları şaşırttı. Bu durum onlar için ne kolayca anlaşılabilirdi, ne de kabul edilebilir. Ermenistanlılar için de Lübnan Ermenileri için de, ‘Batı Ermenistan’a ‘hac ziyaret’i pasif bir ziyaret değil. Turistik ziyaret veya bağlantılar kurmak için yapılan bir gezi olarak da görülemez sadece. Bu çarpışma kaçınılmaz ve bilinçaltında beklenen bir şeydi. Eğer bu çarpışmayla yüzleşmek istemeselerdi, bu şansı değerlendirmezlerdi. Bu yüzden ‘Batı Ermenistan’daki bu çarpışmayı tecrübelerinin bir parçası olarak görüyorum.
Size aktarılan tecrübelerden onları en çok etkileyenler hangileri?
Hacılardan biri, Ani Harabeleri’ndeki yaşamı kafasında nasıl canlandırdığını anlattı. İlkokuldaki tarih öğretmeni oradaki hayatı tarif edermiş. Ermenileri, eski pazarlarda alışveriş yaparken, manastırdaki ayin sırasında birbirlerini selamlarken düşündüğünden bahsetti. Arpaçay Nehri’nin tarihi Ermenistan’ı ikiye bölen akışından ne kadar büyülendiğini ve bu büyülenmeyi tam da bu iki parçanın artık iki farklı ülke olduğunu, çok yakın ama bir o kadar uzak olduğunu fark ettiği sırada yaşadığını anlattı. Soykırımdan önce var olmayan sınırı ve şimdi yerinde bulunmayan o köprüyü kullanarak nehrin karşı kıyısına geçen insanları düşündüğünü söyledi. Röportaj yaptığım bir diğer kişinin en çok hatırında kalan tecrübeyse, Dersim’de bir festivalde duydukları Ermeni şarkılarıyla dans etmek olmuş. Kulaklarına inanamadığını ve gündüz vakti rüya gördüğünü düşündüğünü söyledi. İlginç bulduğum bir başka tecrübe de, şans eseri büyük büyük ana babasının doğum yerini bulan bir katılımcıyla ilgili. Evlerin hâlâ ayakta olduğunu ve eski Ermeni mimari özeliklerini koruduğunu, köyde de yaşayanların olduğunu anlattı. Bana her evin kapısına nasıl tek tek dokunduğunu, kapıların üzerinde hâlâ zincirlere bağlanmış kilitlerin durduğunu anlattı. Köye el sürülmemiş, her şey zarar görmeden kalmış. Katılımcı da bana, köyü dolaşırken bu sayede dedesini ve ninesini adeta yanında hissettiğini söyledi. Akrabalarının, Ermeni Soykırımı’nda katledilmeden önce yaşadığı o yer ve uzamda, o toprağın üstünde fiziksel olarak var olmuş. Batı Ermenistan sonuçta bu insanların doğduğu yer değil, ama doğuştan oraya bağlı hissediyorlar, çünkü bu bir doğum hakkı.
Hatırımda kalan bir başka anıysa röportaj yaptığım kişilerden birinin otel asansöründe yaşadığı olay. Asansörde bulunan diğer kişilerin de Türkçe konuşuyor olabileceğini aklından geçirmeyen bir kişi, yanındaki arkadaşına Türkiye’ye bu sene çok fazla yabancı turist geldiğini söylemiş. Bizimki de gururla adama dönerek Türkçe cevap vermiş: “Biz değiliz yabancı, sensin yabancı.”
O topraklarda Ermeni’ye rastlamamak büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor
Meydana gelen tüm o hızlı siyasi değişimlere rağmen Ermenilerin talep ettiği şeyler; Ermeni Soykırımı’nın tanınması, kayıplar için (kültür, kaybolan hayatlar ve diğerleri) tazminat ve toprakların esas sahiplerine iade edilmesi. Bu hacılar Ermeni izleri ararken Ermenilere rastlamayınca, yeni çatışmalar ve yeni hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Her ne kadar bu hacılar Ermenileri görememiş olsa da, burada hiç Ermeni yaşamıyor demek yanlış bir ifade. Fethiye Çetin’in ninesi, bugün hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan birçok saklı ya da Türkleştirilmiş Ermeni olduğuna dair sadece bir örnek. Müslümanlaşmış ya da farklı sebeplerle Ermeni kimliğini gizleyen birçok Ermeni var. Kim bilir, belki de bu röportajı okuyan kişinin ailesinde Ermenilik vardır ya da belki kendisi Ermeni’dir. Kısaca, ‘toprakları geri almak’ sadece o topraklarda yaşayan Ermeni sayısıyla ilgili ya da sınırlı değil, bundan öte bir şey.