Küçükken küçücükken gavur olduğum için başka çocuklardan dayak yediğim oldu. Zaten gittiğimiz kilisede mahalle arkadaşlarımdan, onların anne babalarından kimse olmuyordu, öteki gavur komşularımız dışında. Bundan da anlıyordum kasabada bir kiliseye gidenler bir de camiye gidenler olduğunu. Ama beni-bizi ‘gavuroğlugavur’ nidalarıyla dövmeye kalkışanların karşısında, gavur olmadıkları halde, beni savunan, saldırganlara benim yerime karşı koyan arkadaşlarım da oldu.
Öyleyse, biraz büyüyünce ve devletin de bana ayırarak, gavur gözüyle baktığını farkedince, hadi benim için döğüşecek demeyim amma, beni savunacak bir ‘devlet’ de aradım doğrusu. Aradım... ve bulamadım.
Zaten nasıl olsun ki? Devlet, oldum olası, kendine düşman bulmak, bulamazsa yaratmak üstüne kurulu. Kenan Evren önüne gelene ‘hain, vatan haini’ dediğinde saydım, aramızda mükerreren ihanet içinde olanlar bulunduğundan, nüfusumuzun hain kısmı daha o zaman 70 milyonu bulmuştu... Bugün de farklı değil durum, Başbakanımızın hain, düşman ilan ettiklerini toplasanız, dış düşmanlar hariç, gene bir 50-60 milyon var...
Babam İkinci Savaş başladıktan sonra tüm öteki gayrımüslim erkekler gibi ihtiyat askerliğine çağrılır. Meşhur 20 Kur’a Nafia askerliği... Geride kalan 7 nüfusun geçimi, 13 yaşındaki abim Hamparsum’a kalır. 40 yaşındaki babamın bu ikinci askerliğidir. Onlara silah verilmez, başlarında silahlı nöbetçiler, yol köprü inşaatı gibi işlerde çalıştırılırlar. (Bu, elbet, yaygın bilinen bir gerçektir.) Sovyet halkları Stalingrad’ı saldırgan Hitler güçlerine teslim etmeyince, devletimizin esir aldığı bu vatandaşların canı kurtulur, evlerine dönerler. (Bu da çok benimsenen bir yorumdur.)
Eve dönüşten hemen sonra Varlık Vergisi salınır.* Ailenin kışlık yiyeceği olan zahireyi ambarda sakladığı gerekçesiyle komşusu tarafından ihbar edilip kışlık yiyeceğimiz de elden gidince o yılı ailem çok zor geçirir. Daha ben yokum. Anadolu’yu kasıp kavuran o insan yangınında annem yetim, babam hem yetim hem öksüz kalmıştır. Böyle üstüste gelen yıkımlar, ustaların ustası da olsa, demircilikle, nalbantlıkla geçinen babamı, ailemizi çok zor durumlarda bırakır.
Diyeceğim, yok-yoksul değiliz ama, kıt kanaat geçinen bir aileyiz.
Ben işte böyle bir ortama doğdum. Okula başladım. Dumlupınar İlkokulu. Başarılı, ama çok başarılıyım. Yalnız benim okulumda değil, bütün kasabada parmakla gösteriliyorum. İlkokulu bitirdim. Ne yapacağım? Okumak istiyorum. Talas’ta Amerikan koleji var, var ama, aklımdan bile geçmiyor, zengin yeri.** Mevsim yaz, babamla abim köylere gitmişler etmek parası peşinde, bir gittiler mi 2-3 hafta dönmezler; okumak istiyorum, ortaokula kayıt zamanı geçiyor... Abimin bir arkadaşına gittim, “Ahmet Abi, babamla abim köydeler, daha birkaç zaman dönmezler, ortaokula kayıt zamanı geçiyor, velim olur musun?” dedim. “Aman Nazar, sevinerek,” dedi, okula yazıldım.
Biraz zaman geçti, başka arkadaşlarda bir telaş, bir heyecan. Ne oluyor? Kayseri’de devletin parasız yatılı sınavı var, ilkokul mezunlarına; ona yazılıyor, ona hazırlanıyorlar.
Durur muyum, kayıtları ortaokul müdürü yapıyor, müdür benim 4. sınıftaki öğretmenim Nezihe Öğretmen’in kocası, hemen ona gittim.
“Gel bakalım, Nazar oğlum, hayrola?” “Öğretmenim, parasız yatılı sınavı varmış Kayseri’de, siz yazıyormuşsunuz, ben de katılmak istiyorum, onun için geldim.” “Ooo, pek ala pek güzel. Çok iyi düşünmüşsün. Gel şöyle otur, formları birlikte dolduralım.” Böyle dedi, önüme bir form koydu, oturdu, sonra, daha tek kelime etmeden, tek satır doldurmadan, aklına birşey gelmiş olmalı ki kalktı, duvara yapışık kitaplığın altındaki dolaplardan birini açtı, oradan dergi görünümünde birkaç yayın çıkardı, yere diz çöküp onları karıştırmaya başladı. Sesimi çıkartmadan bekliyorum...
Birkaç dakika sonra, elinde o dergilerden biri, müdür bey doğruldu, yüzü asık, biraz solmuş, sıkıntılı, bana doğru geldi. “Nazar, sen bu sınava katılamıyorsun,” dedi. Niçin, neden diye sormadım. Anlaşılan yadırgamadım. Kalktım, odadan çıktım. O yılı Develi Ortaokulu’nda (sonradan lise) 298 numarayla 1C sınıfı öğrencisi olarak okudum.
Ertesi yaz Develi’ye Sahag Vartabed geldi, Tıbrevank’a yazıldım, sonraki beş yıl Tıbrevank’taydım.
Tıbrevank’tan sonra, daha önce de yazdım, üniversite için 11 bölüm ve fakülteye başvurdum. Bunlardan biri de Ankara Siyasal Bilgiler’di.
Sınav için Ankara’ya gittim, çok kolay bir sınavdı, başaracağımdan emin, sınav kağıdını teslim edip çıktım.
Çıktım ama, içime bir kurt düştü. Siyasal Bilgiler Fakültesi... Ben Ermeniyim.
27 Mayıs sonrasında gençliğe, üniversite gençliğine büyük itibar var; gaz, cop, TOMA falan yok. Kalktım, doğru Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü’ne, Genel Müdürü görmeye gittim. Beni kabul etti, ona derdimi, sorunumu anlattım. Çok öfkelendi: “Ne demek efendim, ne demek! Ermeniyim, gayrımüslimim ne demek? Sen de Türk vatandaşısın, senin hakların herkesle aynı! Elbette gideceksin Siyasal Bilgiler’e, madem seçimin öyle, elbette okuyacaksın orda! Buna kimse engel olamaz! Hepimiz eşitiz,” gibi sözler söyledi.
“Haklısınız efendim, ama uygulamada en azından bir tercih durumu olduğunda...” “Haklısın evladım. Ama bununla mücadele etmeliyiz. Böyle sorunlar ancak mücadele ile çözülür. Pes etmemeliyiz. Hakkımızı aramalı, ona sahip çıkmalıyız...” “Haklısınız efendim, çok teşekkür ederim,” diyerek odanın kapısına yöneldim. “Ama sen gene de mülkiyeyi hariciyeyi değil de maliyeyi seç, ne olur ne olmaz,” dedi Genel Müdür arkamdan.
Sonuçta Siyasal Bilgiler’e de gitmedim. İyi de oldu. Yoksa bu kez Hasan Cemal gibi bişi olacaktım.
* Bu Varlık Vergisi’ni pek güzel anlatan bir ‘hikaye’ vardır: İzmir esnaf -ve eşrafından- Solomon Efendi Varlık Vergisi ertesi çarşıya girince dükkan komşuları onu ayağa kalkarak selamlarlar. Solomon Efendi: “Artin Ağa, sana ne kadar kodular, kuzum?” “15.000 lira Solomon Efendi.” “Oh, maşala maşala! Moiz, sana ne kadar kodular kuzum?” “21.000 lira Solomon Efendi.” “Oooh, maşala maşala! Yorgo, sana ne kadar kodular kuzum?”17 .000 lira Solomon Efendi.” “Ooooh, maşala maşala! Ali Ağa, sana ne kadar kodular kuzum?” “600 lira Solomon Efendi.” “Ooh maşala maşala. Ne mutlu Türküm diyene!”
** Yıllar sonra, Şile’de bizim evde bir Cumartesi yemeğindeyiz. Pek çok arkadaşım gelmiş, aralarında Cengiz Çandar’la Oral Çalışlar da var, ikisi de kolejli, akranız. Kayseri’den, Talas’tan söz açıldı, “Ben de isterdim ama, nerde, orası zengin yeriydi,” dedim, Cengiz, “Yok canım, Talas’ta bir gayrımüslim kontenjanı vardı, burslu, parasız,” dedi, ilk kez duyuyordum, hayıflandım önce, sonra, “İyi ki gitmemişim Talas’a, yoksa sizin gibi bişi olurdum,” dedim çıktım işin içinden.