ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr
Bu 10 Kasım’dan sonra, Anıtkabir’i ziyaret eden milyon insandan hareketle, Atatürk’ün halk katına indiği, iktidara yönelik tepkinin sivil bir dille dışavurulduğu, bunun hayırlı olduğu, belki de yeni ve özgürlükçü bir siyasetin doğruyor olduğu yorumları medyada epey alıcı buldu. Dünyaya demokrat bir zaviyeden bakan bazı yorumcuların da paylaştığı bu görüşün temelinde büyük ve tamir edilemez bir arıza yatıyor.
Sorun elbette ki, AK Parti iktidarının toplumu kutuplaştırarak oy toplamaya yönelik tahripkar politikalarının yarattığı ortamı aşmak arayışından ileri geliyor. Haklı ve meşru bir arayış bu. Ancak denize düşenin yılana sarılması türünden bir çaresizlikle ve korkunun getirdiği tepkisellikle hareket edip olumlu bir sonuca varmak imkânsız. Zira sivillerden oluşan her kalabalık sivil olmayacağı gibi, oradan çıkan söz de demokratik bir söz olmayabilir. Bu ülkenin ve dünyanın tarihi bunun örnekleriyle dolu.
Ölüm yıldönümünde Atatürk’ü anmak için Anıtkabir’e giden insanları şu ya da bu etiketle yaftalayacak, onlar hakkında olumsuz yargılarda bulunacak değilim. Onlara ulusalcı veya darbeci de demeyeceğim elbette. Bu ülke insanının büyük çoğunluğunun Atatürk’e büyük bir sevgisi ve saygısı var; hoşumuza gitsin gitmesin, Türkiye’ye özgü bir toplumsal olgu bu. Daha bebeklik çağından Atatürk mitiyle tanıştırılmış insanları suçlayarak bu olguyu anlamak da, eğer aşılması gerektiğini düşünüyorsanız onu aşmak da mümkün değil. Ve nihayetinde, ölüm yıldönümünde onu anmak için Anıtkabir’e gitmek de demokratik ve meşru bir hakkın sonucu.
Ancak, tek tek kişilerin niyetlerinden ve ideolojilerinden bağımsız olarak, Anıtkabir’de oluşan kalabalık tablodan demokrat bir siyaset alternatifinin çıkmayacağını da görmek gerek.
Her şeyden önce, demokrasi fikri, tartışılmaz, mutlak doğruyu ifade eden bir ‘ulu önder’le yan yana yeşeremez. Öldükten 75 yıl sonra bile ülkeyi yönetenlerin şikayet edildiği, toplumun öğretmenliğini, yol göstericiliğini, hamiliğini ve babalığını yaptığına inanılan bir figürü anmak ve anarken de onu neredeyse hayata geri çağırmak, ona adeta tapınmak, hangi haleti ruhiyeyle veya hangi endişelerle yapılırsa yapılsın, demokratlığın ruhuna aykırıdır.
Toplanan kalabalığın ne kadar kapsayıcı, ne kadar çoğulcu, ne kadar birlikte yaşama yanlısı olduğudur onu demokrasi için umut haline getirecek olan. Ellerinde Atatürk fotoğraflı bayraklarla Anıtkabir’e koşanların, bu ülke insanının önemli bir bölümünü temsil ettiği ve onların toplumsal taleplerinin dikkate alınması gerektiği doğrudur; ancak bu temel siyasi etik ilkesi, onları oraya taşıyan motivasyonların ve onları bir araya getiren siyasi ortaklıkların toplumun daha da geniş kesimlerini dışlayıcı, ötekileştirici olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Evet, Anıtkabir’de bu 10 Kasım’da yaratılan ortam, Cumhuriyet mitinglerinin açıkça darbeci ortamından farklıydı. Ama bu fark acaba kitlenin zihniyetinde yaşadığı büyük bir değişimin mi sonucuydu, yoksa siyasette oluşan yeni durumun, ordunun gerilemesinin, Ergenekoncuların bir kısmının ceza alıp hapiste olmasının mı? Bu konuda gönlümüzün ferah olması için elimizde yeterince veri var mı? Anıtkabir’deki kitlenin, misal Andımız’ın okullardan kaldırılmasıyla, misal Kürt sorunuyla, misal soykırımla, misal anadilde eğitimle, misal Suriyeli sığınmacılarla ve daha bir sürü insan hakkı meselesiyle ilgili görüşlerinin çoğulcu ve özgürlükçü olduğunu mu sanıyoruz?
Evet, gazetelerde, sosyal medyada fikir beyan eden yazarların önemli bir kısmı, AK Parti’nin hegemonik bir güce dönüşerek toplumu ataerkil bir baba mantığıyla yönetmeye kalkmasından, haliyle ve haklı olarak rahatsız. Bu durumun değişebilmesi için AK Parti’nin seçimlerde oy kaybetmesini ve böylece hiç değilse tuttuğu yolun partiye zarar getirdiğini görerek kendine çeki düzen vermesini ummak da akla yatkın görünüyor. Ancak, mevcut iktidarın karşısındaki en kalabalık toplumsal seçenek diye, otoriter, tektipçi, seçkinci ve miyadını doldurmuş bir ideolojiye sıkı sıkıya sarılmış, çocukluktan çıkıp ergenlik aşamasına hâlâ gelememiş bir alternatifi parlatmaya çalışmak, herhalde ancak siyasi miyoplukla açıklanabilir.
Bazı demokrat ve sosyalist kalemlerin, hayatları boyunca sınıfta kaldıkları bu dersten bir kez daha çakmaya neden bu kadar meyyal olduklarını anlamak ise herhalde ancak AK Parti’nin kaba ve hoyrat politikalarının yarattığı endişeyle açıklanabilir. Bu endişeyi anlamak mümkün, ancak korkunun sisteme muhalif olanları bir akıl tutulmasına ve reaksiyonerliğe sevk etmesi, yeni sözleri, yeni fikirleri, yeni eylemleri boğar. Bunlar olmadan yeni olanı üretemezsiniz. Sonuçta, eskiye yeni kılıflar da uydursanız, yeni kıyafetler de giydirseniz, yeni makyajlar da yapsanız, eski eskidir.
Okura teşekkür
Agos’un son sayısı, Hrant Dink Vakfı’nın Malatya HAYDer ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü işbirliğiyle düzenlediği ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ konferansına ayrılmıştı. Bütün sayfalarımızı, bu konferansta tebliğ sunan akademisyen ve araştırmacılarla yaptığımız söyleşilere, bu mesele etrafındaki haber ve yorumlara ayırdık. Gazetenin 17 yıllık tarihinde ilk kez gittiğimiz bir uygulamaydı bu. Ancak Müslüman Ermeniler konusu Agos’un ilk yıllarından beri o kadar can yakıcı bir mesele olmuştu ki, bir sayıyı bütünüyle bu konuya hasretmekte hiç tereddüt etmedik. Etmemekte de haklıymışız, çünkü özel sayımız okurdan büyük bir ilgi gördü; pek çok bayide kısa sürede tükendi; imkanlarımızın darlığı nedeniyle gazeteyi ulaştıramadığımız pek çok yerden de talep aldık; haber ve röportajlarımız internette de çok okundu ve paylaşıldı. Bizleri mutlu eden bu durumu, sorunun ne kadar canlı ve merak uyandırıcı olduğunu anlatan yeni bir işaret olarak kabul ediyoruz. Zaten konferansa gösterilen yoğun ilgi de aynı şeyi söylüyordu. Demek ki, konuyla ilgili herkesin daha çok, daha çok çalışması, konuşması, yazıp çizmesi ve tartışması gerekiyor.