Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
“Hazza al-seyf sanadhab ila al-wilayat al-muttahida al-amerikiyya.”[*] Evet, nihayet söylemiştim bu cümleyi... Kelimeler boğazıma takılmış gibiydi, aylardır bir türlü çıkmıyorlardı. Arap Edebiyatı dersimize girmeye başlayan Salim Bey’i etkileyeceğim diye ölüp bitiyordum. Beyrut’taki ikinci yılımdı, sanırım dördüncü sınıftaydım. Salim Bey, mülayim ve sevecen hâliyle, alışkın olduğumuz katı öğretmenlerden çok farklıydı. Diğer öğretmenler bizi durmadan azarlar, her fırsatta cezalandırırlardı. Istaz (üstad, hoca) Salim (böyle derdik ona) hiç onlar gibi değildi. Bir kez olsun öfkelendiğini görmedim. Bir bacağı diğerinden kısaydı, topallardı. Sanırım o yıllarda çocuklara verilen terbiyenin bir sonucu olarak, bu durumu ona gösterdiğimiz saygıyı eksiltmez, daha ziyade bir şefkat duygusu uyandırırdı. Onu çok severdim. Bir gün derste, bizden Fasih (edebî) Arapçayla, ‘gitmek’ fiilini kullanarak birer cümle kurmamızı istedi. Ona Arapçamın ne kadar iyi olduğunu göstermek için mükemmel bir fırsat çıkmıştı karşıma; bu yüzden, herkes gibi “Amerika” demek yerine, ‘Amerika Birleşik Devletleri’ “al-wilayat al-muttahida al-amerikiyya” demiştim. Dilde yüksek bir zarafet ve incelmişlik seviyesine işaret eden bu kullanımla, ne kadar bilgili olduğumu da kanıtlamış oluyordum bir bakıma. Istaz Salim çok etkilendi, benim de gururum tavan yaptı tabii. Superman sağ olsun…
Uzun bir hikâyeyi kısaltarak anlatmaya çalışayım. Beyrut’a taşındığımızda Arapçam zaten epey iyiydi. Bu dili çok seviyordum ama sınıf arkadaşlarımın çoğundan daha iyi bilmemi, arkadaşım Kosti’ye borçluydum. Beyrut’a taşınmamızdan bir ay kadar sonra, bir gün kapımız çaldı. Kapıyı açtık; karşımıza küçük bir erkek çocuk ve kız kardeşi çıktı. Anneme “Biz sokağın karşı tarafında oturuyoruz” deyip beni ve kız kardeşimi evlerine, oyun oynamaya çağırdılar. Annem “Olur” dedi, biz de gittik. O gün ve o yaz neredeyse her gün, birlikte harika vakit geçirdik, çok yakın arkadaş olduk. Çok ilginçlerdi, görünüşe göre zenginlerdi de. Kosti ve kız kardeşi Fifi’nin bir sürü oyuncağı vardı. Kızlar kendi aralarında bebeklerle oynuyorlardı. Ama bildiğiniz oyuncak bebeklerle değil, Fifi’nin ‘Barbie’ dediği, kıyafetleri hariç hepsi birbirinin neredeyse aynı olan bebeklerle... Yumuşak kauçuktan yapılmış oyuncak bebekleri ilk kez görüyordum, memeleri falan da vardı. Kosti’nin oyuncakları daha da ilginçti – daha önce hiç görmediğim kutu oyunları, onlarca kurşun asker, iki ayrı ordu oluşturan savaş araçları, toplar… Batman ve Robin kostümleri, maskeleri, plastik tabancaları, kılıçları, silahları da vardı Kosti’nin. Dayısı elmas tüccarıymış, Brezilya’da yaşıyormuş, iş için Beyrut’a geldiğinde getiriyormuş bu hazine değerindeki oyuncakları. Sonraları o dayıyla tanıştım; hatta bir keresinde, evlerinin oturma odasında, çekmeceleri parlak taşlarla dolu bir kuyumcu masası da gördüm.
* Arapça, “Bu yaz Amerika Birleşik Devletleri'ne gidiyoruz”
Velhasıl, o yaz ben ve kız kardeşim, Kosti ve Fifi’yle birlikte çok eğlendik. Arkadaş olmamızdan birkaç gün sonra, Kosti bana evlerinin arka tarafındaki verandada, köşede duran devasa karton kutuyu gösterdi. Ağzına kadar çizgi romanla doluydu kutu, ve hepsi Arapçaydı. Kosti istediğim zaman, istediğim kadar ödünç alabileceğimi söyledi. Çizgi romanlara bayılırdım. O an o kutunun önünde dururken dünyanın en mutlu insanıydım. Sonradan kahramanım olan Superman’i işte orada keşfettim. Kutudaki çizgi romanlar arasında 100’den fazla Superman vardı. Aylarca devam edecek olan, Kripton gezegeninden gelen bu güçlü adamın maceralarını okuma seanslarım böyle başladı işte. Kucak dolusu kitap ödünç alıyor, hepsini bir nefeste okuyor, sonra gidip yenilerini alıyordum. Çizgi romanların dili Fasih Arapçaydı. Okudukça Arapçam gelişti; bir yıl içinde gramerim iyice ilerlemiş, kelime haznem iki katına çıkmıştı. Sınıf arkadaşlarımın çoğunu geçmiştim. Kıskanan çocuklar, dili onlardan daha iyi bilmemi, Suriye’de Arapçanın Lübnan’dakinden daha güçlü olmasına bağlarlardı, bense içimden gülerdim, çünkü biliyordum ki işin sırrı Suriye’de değil Superman’deydi.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz