Hrant Dink Vakfı, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü işbirliğiyle, 2-4 Kasım tarihleri arasında “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansı düzenliyor. Konferansta, dünyanın dört bir yanından gelen akademisyen ve uzmanlar, son yıllarda giderek daha fazla konuşulan bu meseleyi derinlemesine tartışacaklar. Böylece, soykırımın bu çok az bilinen boyutu, dünü ve bugünüyle kamuoyu önünde biraz daha görünür olacak.
Müslümanlaşmış, daha doğrusu Müslümanlaştırılmış Ermeniler sorunu çok katmanlı ve karmaşık. Bu yüzden, konferansın düzenleme komitesinde yer alan ve Fethiye Çetin’le birlikte hazırladıkları ‘Torunlar’ kitabı için meseleyi enine boyuna incelemiş olan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Gül Altınay’dan aldığım bilgileri aktaracağım.
Altınay, öncelikle, konunun 2004’e dek kamusal alanda konuşulamadığını, ancak o tarihten bu yana tam 17 kitaba konu olduğuna dikkat çekiyor. Aslında bu konuda yazılmış bildiğimiz ilk Türkçe kitap 1991’de yayımlanan, Serdar Can’ın ‘Nenemin Masalları’kitabı, ancak bu kitap sınırlı bir çevrede okunmuş. Hrant Dink’in ve Agos’un konuyla ilgili yazı ve yayınlarının ardından, Fethiye Çetin’in, ‘Anneannem’kitabı, onyıllarca suskunluğa boğulan sorunun yüksek sesli bir şekilde konuşulması içindönüm noktası oluyor.
Bazı tarihçiler, 1915 ve izleyen yıllarda yaklaşık 200.000 Ermeni’nin katliamlardan ve sürgünden Müslümanlaş(tırıl)arak kurtulduklarını tahmin ediyor. Tam sayıyı bilmeye imkan yok, ama bu rakam yaklaşık olarak doğruysa karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Şu anda Türkiye’de birkaç milyon kişi Müslümanlaştırılmış Ermenilerin çocukları, torunları, yeğenleri, gelinleri, damatları olarak hayatlarını sürdürüyorlar.
Her yerde ama görünmez
Ayşe Gül Altınay, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin çocuk ve torunlarının her yerde olduklarına ama çoğu zaman görünmediklerine dikkat çekiyor. Onlara okul, meclis veya hastane koridorlarında, fabrikalarda, tarlalarda, camilerde, miting alanlarında, devlet dairelerinde, televizyon ekranlarında, gazete ofislerinde, üniversitelerde, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir köşesinde rastlamak mümkün.
İlginç olan şu ki, yaklaşık 90 yıl boyunca kendi aileleri dışında, bazen kendi aileleri içinde dahi görünmez olmuşlar. Ermeni isimlerini, Ermeni aileleriyle ilişkilerini, Ermeni toplumuyla bağlarını tamamen kaybetmişler; kaybetmeseler dahi bunları açık açık yaşayamamışlar, paylaşamamışlar.
Devlet onları izliyor
Öte yandan, devlet onları unutmamış. Bazı torunların hikâyelerinde görüyoruz ki çocukları veya torunları subay okullarına başvurduklarında veya devlet bürokrasisinde ilerlediklerinde büyükanne ve dedelerinin Ermeni oldukları onlara hatırlatılmış ve önlerine bu yüzden setler çekilmiş (Agos’un ortaya çıkardığı malum ‘nüfusta soy kodu’ uygulamasını hatırlayalım!). Hatta bazıları nenelerinin, dedelerinin Ermeni olduğunu bu şekilde öğrenmişler.
Kısacası, Müslümanlıkla Ermeniliğin kesişimi, ne kamusal olarak paylaşılabilen ne de vatandaşlık pratikleri bağlamında olumsuz sonuçlarından tamamen arınılabilen bir kimlik. Bu kimliğin oluşum sürecine, barındırdığı yüklere, acılara, aynı zamanda da etrafında yaratılan hayatlara dair hikâyeleri ise aileler, çoğu zaman da aile içinde bazı bireyler taşımış.
İlk büyük konferans
Ermenistan ve diasporadaki Ermeni toplulukları da soykırımdan Müslümanlaşarak kurtulanları yakın zamana dek tartışmadı, araştırmadı, hafızalarını canlı tutmadı. Bu konuda akademik çalışmalar ancak son birkaç yılda, yayınlanan anı ve edebiyat çalışmalarını takiben yapılmaya başlandı. Bu konferans işte bu kırılma anına tanıklık eden ilk kapsamlı uluslararası buluşma olacak.
Peki, konferansta hangi sorulara yanıt aranacak? Ayşe Gül Altınay şu yanıtı veriyor:
“Tarihsel olarak hangi dönemlerde Müslümanlaşan Ermenilere rastlıyoruz? 1915 öncesi din değiştirmeler nasıl yaşandı? 1915’te kitlesel din değiştirmeler nasıl gerçekleşti? Kimler bu şekilde ölümden kurtulabildi veya kurtulamadı? Müslümanlaşarak hayatta kalanlar Ermeni olarak değil Müslüman Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Laz ailelerin parçası olarak yaşadıklarına göre, bu durum onlara yaklaşımımızı, varlıklarına dair suskunluğu tarihsel olarak nasıl şekillendirmiş olabilir? Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin bu farklı kimlikleri kesen varlıkları bizim bu kimliklere yaklaşımımızı nasıl etkiliyor? 1915’te Müslümanlaşarak hayatta kalanların çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturmasının bu suskunlukta payı ne? Toplumsal cinsiyet, yaşananlara dair hafızamızı da derinden şekillendirmiş olabilir mi? Neden bu hikayeler ağırlıklı olarak kadınlar tarafından aktarılmış sonraki nesillere? Daha sonra bu hikayeleri kamusal olarak dillendirmeyi seçenler kimler olmuş ve neler yaşamışlar? Ne tür tepkiler almışlar?”
Ezber bozan yara
Konu önemli. Önemli, çünkü Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler, millet, etnisite, din ve toplumsal cinsiyet gibi pek çok kimlik kategorisine dair ezberlerimizi bozmaya talip bir konu. Aynı zamanda da pek çok kişi için büyük bir yarayı ifade ediyor. Yalnızca yaşanan şiddet, kayıplar, ayrı düşmeler ve bunların mirası değil bu yaranın sebebi; aynı zamanda bu konudaki 90 yıllık suskunluk da kocaman bir yara. Derin suskunluklar derin yaralar yaratıyor. Bu suskunlukları, bu yaraları, ve üzerimizdeki etkilerini anlamazsak en başta kendimizi tanımaktan yoksun kalıyoruz.
Altınay, ‘Torunlar’ çalışmasında pek çok torunun, hikayelerini paylaşmayı, tanışmak, barışmak, rahatlamak kavramlarıyla nitelediğini anımsatıyor. Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenileri ve onların bizde bıraktıkları çoklu mirası konuşmak, çok katmanlı bir tanışma, barışma, tarihle hesaplaşma sürecini mümkün kılabilir. Aynı zamanda da geçmiş algımızı, kimlik anlayışımızı, birbirimizle ilişkimizi ve gelecek hayallerimizi yeniden düşünmeyi sağlayabilir.
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler, Türklük, Ermenilik, Kürtlük, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve bu coğrafyadaki daha bilumum kimliklerin mutlaklaştırılmasının panzehiri işlevi görebilir. Mutlaklara sarılmayı pek sevdiğimize göre, fena da olmaz hani; biraz melezlik hepimize iyi gelir.