Gezi’nin verdiği en temel mesaj şuydu: AK Parti demokratik reformları gerçekleştirmez ve toplumu ortadan karpuz gibi bölen icraatlarını sürdürürse, ondan hoşnutsuz olan kesimler, sandık başarısına rağmen AK Parti iktidarını sorgulanabilir, ülkeyi de yönetilemez hale getirebilir.
Evet, halkın çok büyük bir kesimi AK Parti’yi, kendi sesi, kendi temsilcisi, kendi siyasi aktörü olarak görüyor. Evet, Erdoğan liderliğinde partinin önümüzdeki seçimlerde de rakiplerine ciddi fark atacağı kesin. Evet, eğer içeriden çatırdamazsa, memleketi daha epey bir süre AK Parti yönetecek.
Ancak iktidarın hanesine yazılabilecek bu başarılar, Türkiye’nin rahata ermesi, toplumsal bir dengeye, huzura, normalleşmeye varması üzerinde olumlu bir etkide bulunmuyor. Aksine, mevcut kutuplaşmalar derinleşiyor; şiddet ve öfke, gerek eylem gerek söylem olarak giderek daha geniş kesimleri etkisi altına alıyor.
Hiçbir toplum bu denli sert ve derin bir kutuplaşma ikliminde uzun süre kalamaz. Bu, sağlıklı bir hal değildir ve eninde sonunda patlamalara, çoğu zaman istenmeyen olaylara gebedir.
AK Parti iktidara geldiğinde, geleneksel iktidar sahibi olan laik kesimlere karşı çetrefilli bir mücadele verdi. Bu mücadelenin, yıllar yılı siyaseti ve yaşamın her kanalına erişimi sınırlanmış muhafazakâr kesimi söz sahibi yaparak normalleşme yolunda önemli bir dönüşümü sağlayacağına inandık. Laik kesimin muhafazakârlara karşı çoğu zaman önyargılarla dolu yaklaşımının paranoyakça olduğunu düşündük.
Ancak görünen o ki, muhafazakârları iktidara taşıyarak normalleşmeye hizmet etmesi beklenen AK Parti, aksine, mevcut kutuplaşmaları daha da derinleştiren bir çizgiye saptı. Bugün, Olimpiyat oyunlarının İstanbul’a verilmesi bile önemli bir kesim tarafından sırf AK Parti alerjisi tarafından istenmiyorsa, ve bizzat Bakanlar bu insanlara sosyal medyadan cevap yetiştirmek için yarışıyorsa; toplumun bir kesimi her sokağa çıktığında polis onları aşırı şiddet kullanarak cezalandırıyorsa; ülkedeki laik-muhafazakâr çekişmesi Alevilik boyutunu da içine alarak mezhepsel gerilimi tırmandıran ve barındırdığı şiddet potansiyelini de günden güne fiile çıkaran bir hale geliyorsa, bir şeyler ciddi anlamda ters gidiyor demektir.
Sandığa elbette ki saygı duyulmalıdır, ancak manzara-yı umumiye buysa, gidişat iyi değil demektir. Başbakan, kutuplaşmayı artırmanın kendisine sürekli olarak oy kazandırdığını görmüş ve bu ihtirasla gözü dönmüş gibi davranıyor. Ama bunca ağır toplumsal gerilimler, oy oranınız ne olursa olsun, yönetilemez bir ülke demektir. Bunun bedeli ise hepimizin boynunda asılı kalacaktır.
Faşizm ve Nazizm öldü, Andımız yaşıyor
Mazlum-Der ve Özgür-Der, birkaç yıldır ‘Andımız Kaldırılsın’ adı altında bir kampanya düzenliyor. İki İslami örgütün düzenlediği kampanya, kendi yakın çevreleri dışında büyük bir ilgi görmüyor ne yazık ki. Bu ülkede demokrat kimliğinin taşıyıcısı olma iddiasındaki pek çok kişi, grup veya sivil toplum kuruluşu, ‘biz’ iyelik ekiyle hepimize ait olduğu algısı zihinlerimize küçük yaşta sokulan ‘Andımız’ın kaldırılması için hiçbir adım atmıyor. Merkez medya bu kampanyayı alaycı sözlerle duyuruyor; iktidardaki AK Parti kulağının üstüne yatarken, ana muhalefet CHP zaten tüm benliğiyle bu önerinin karşısında.
Bizler, Ermeni okulunda okuduğumuz halde varlığımızı her sabah Türk varlığına armağan ettik; Atatürk’ün açtığı yolda, gösterdiği hedefe, durmadan yürüyeceğimize ant içtik ve ne mutlu Türküm diyene diye bağırdık. Ama Andımız’a karşı olmanın, Ermeniliğimle hiçbir ilgisi yok. Evet, yeni doğmuş kızımın birkaç yıl sonra okulda bu andı tekrarlayacak olma ihtimali daha şimdiden bana soğuk terler döktürüyor, ama bunun da Andımız’ın ‘Türkler’ için yazılmış olmasına karşın hasbelkader Ermeni doğmuş olmakla yine hiçbir ilgisi yok.
Bence mesele net: Andımız, bir Ermeni, bir Rum, bir Kürt, bir Arap çocuğu için ne kadar zararlıysa, bir Türk çocuğu için de o kadar zararlıdır. Hatta belki de, Türk çocuğu için Ermeni, Rum, Kürt, Arap çocuğuna olduğundan çok daha zararlıdır. Gariban Ermeni, Rum, Kürt, Arap, öyle veya böyle Ermeni,Rum, Kürt, Arap olduğuna dair bilinçle, Andımız’da verdiği yeminlerle arasına bir mesafe koyabilir; peki ya, o metinle özdeşleşen, daha küçücük yaşta kendisine belletilenleri gerçek sanan Türk çocuğunun zihninin dümdüz edilmesinin ona hayatı boyunca vereceği zarara ne demeli?
Avrupa’da Faşizm ve Nazizm’in, Türkiye’de Kemalizm’in hüküm sürdüğü bir dönemde, 1933’te okutulmaya başlanan ve o günden bu yana ilkokullarda her sabah okutulan Andımız, her ne hikmetse zamana direnmeyi bildi. 80 yıldır, bütün dünya değişti, Türkiye’deki ilkokullarda mini mini çocuklara söyletilen bu faşizanant değişmedi.
Mazlum-Der ve Özgür-Der, www.andimizkaldirilsin.com adresinde sürdürdürdükleri kampanyada, Andımız’ın Nazizm Almanyası ve Faşizm İtalyasındaki kardeş antlara benzerliğine dikkat çekiyor. Almanya’da okunan ant şöyle: “Führer'e adanmış kanımın her damlasıyla; ben tüm enerjimi ve gücümü Adolf Hitler'e ve ülkeme adayacağıma yemin ediyorum. Onun için, sahip olduklarımdan hatta hayatımdan bile vazgeçeceğime söz veriyorum ve bunun için Tanrı'dan yardım diliyorum.”
Bu da İtalyan Andımız’ı: “Tanrının adıyla ben liderimin bütün emirlerini yerine getireceğime, gerekirse bu uğurda kanımın son damlasına kadar mücadele edeceğime yemin ederim, yaşasın faşist devrim...”
Bugün ne Nazizm, ne Faşizm yaşıyor. Bu iki ideoloji de insanlık tarihinin karanlık ve ibretlik sayfaları olarak çoktan mahkûm edildi; onların antları da tarihin çöplüğünü boyladı. Oysa Türkiye’de çocuklar, onlarla aynı tınılara sahip bir andı her sabah okumaya devam ediyor.
Çocuklarını böyle eğiten bir toplumun iki yakası bir araya gelir mi hiç?