Geçen hafta açıklanan, Ergenekon davası ile ilgili hükümler haklı olarak hâlâ tartışılıyor. Gayet normal, çünkü bu dava için oluşan beklenti yüksekti. Derin devletin en azından bir kısmı gün yüzüne çıkacak, devlet karanlık odaklardan temizlenecekti. Bu beklentilerin tam olarak karşılanmadığını ve mahkemenin bir dizi çelişkili karar ve cezaya imza attığını görüyoruz. Daha detaylı tabloyu belli ki gerekçeli kararla birlikte göreceğiz. Beri yandan şu da ortada: Bu, AKP’ye yönelik kalkışmalarla ilgili bir davaydı ve AKP açısından belli ki tam da hedeflendiği, tasarlandığı şekilde sonuçlandı. Bu bir siyasi hesaplaşmaydı, o çerçevede başladı, o çerçevede bitti. AKP’nin faili meçhuller ya da derin devleti bitirmek gibi ‘asli’ bir derdi baştan beri yoktu. Ağa takılanlar yargılandı, o kadar. Bu çerçevede AKP’yi eleştirmek meşru ve gerekli, ama sonuçta karşımızda klasik AKP pragmatizmi var.
Davanın geneli hakkındaki notlarla devam edersek... İkinci iddianameyi okuduktan sonra kafamda oluşan görüşleri ve bakış açımı hâlâ koruyorum. Dört yıl önce Birikim dergisinde yayımlanan yazımda şöyle demiştim:
“[B]elki bir emir komuta mantığı var ama bütün bu faaliyetler, yani faili meçhul cinayetler, Danıştay ve Cumhuriyet saldırıları, AKP’ye kapatma davası açılması, cumhuriyet mitingleri düzenlenmesi, ordu göreve pankartları açılması, üniversitelerde birtakım faaliyetler yürütülmesi vs. göz önüne alındığında, aslında bir değil birçok örgütten bahsetmek de mümkün. Manzara ne kadar tek bir örgütü gösteriyorsa, aynı derecede birbirine paralel birçok örgütü de gösteriyor. Bu bir parça, bu soruşturmayla ilgili ‘birbiriyle alakasız isimler gözaltına alınıyor’ eleştirisinin de karşılığı aslında. Zira 2. iddianame okunduğunda ortaya çıkan manzara şu: Darbe yapmaya (...), Türkiye’nin gidişatını değiştirmeye (...), beğenmediği bir kurumu ya da hareketi zorla ya da tehditle değiştirmeye çalışan birçok örgüt ya da hareket var. (...) Birbiriyle çoğu yerde kesişen, birleşip bir süre beraber akan, daha sonra bir vesileyle ayrılıp yine ayrı kanallarda akan, kimi zaman çarpışıp geri püsküren, kimi zaman ise usul usul randevulaşmış gibi bir köşede yeniden buluşup çoğalarak, artarak akıveren su arklarından bahsedebiliriz. Sanık durumundakilerin, çoğu zaman birbiriyle ilgisiz olmasını ama çoğu yerde de aynı yerde buluşabiliyor olmasını ve iddianameler okunduğunda da görüldüğü gibi çoğu zaman da birbirlerinin kuyusunu kazmalarını böyle de açıklamak mümkün. Kendini devletin (ya da cumhuriyetin) sahibi gören/zanneden her kesim, iktidarını kaybettiğini gördüğü için, faaliyette. Dolayısıyla soruşturmanın ‘tek ve her şeye kadir büyük ve gizli bir örgütü deşifre etmek’ kadar, hatta bundan daha da fazla, bu çok sayıda, irili ufaklı karanlık örgütü de kendi dinamikleri içinde aydınlatması hayati önem taşımakta.” (‘Ergenekon’da Yeni Aşama: Kırılma Noktası mı?’, sayı 241, Mayıs 2009)
Bu yapılmadı ve maalesef önemli bir fırsat iyi değerlendirilmedi. Ama üzerinde asıl durmak istediğim şu: Ergenekon aslında bir örgütten çok, bir zihniyet. Kendini cumhuriyetin/devletin sahibi gibi gören ve en önemlisi, bu sahiplikten kaynaklanan, kerameti kendinden menkul bir meşruiyetle hükümetleri, insanları, partileri, ülkenin bileşen gruplarını ‘gayrimeşru’ görebilen bir zihniyet. Bütün bu harekete ve zihniyete enerjisini/pervasızlığını veren, kendilerini bu derece haklı görmelerini sağlayan, bu.
Bu zihniyet, bir nevi zehirdir. ‘Milletin bekası’ için kendini her şeyi yapmaya muktedir ve ‘yetkili’ gören bir zihniyettir. Yeri geldiğinde perde arkasından katliam örgütler, yeri geldiğinde suikast, yeri geldiğinde darbe yapar, yeri geldiğinde hükümet düşürür, insanları hapse atar. Meselemiz şu: Bunları bir örgüt olarak, örgüt olduğu için ve devletten habersiz yapmaz. Bunları bir ‘refleks’ olarak yapar. Genlerinden, kodlarından gelen bir reflekstir bu. Sadece yoldan fazla çıkanlar deşifre edilir ve devre dışı kalırlar. Ama zihniyet devam eder.
Dolayısıyla, aslında başı sonu belli, lideri olan, bir emir komuta zinciri içinde hareket eden bir örgütten bahsedemeyişimizin sebebi budur. Böyle bir yargılama metoduyla tatmin edici bir sonuca varılamayışının sebebi de budur. AKP, devleti yargılayamazdı. Kendine karşı hamle yapanları, %50 oyun verdiği bir destek ve kararlılıkla yargıladı, hükmünü verdi, o kadar.
Ana meselemiz şu: Bu zihniyet maalesef yargılanmadı. Asıl olarak bu zihniyetin yargılanması ve mahkûm edilmesi gerekiyordu. Bunda elbette toplumun ve siyaset yapanların bir kesiminin gösterdiği direnç de etkili oldu, bu bir gerçek. Ama şu da gerçek: AKP’nin elinde hiçbir partiye nasip olmayacak bir destek ve imkân vardı. “Yaptırmadılar” mazeretinin arkasına sığınmak bence gerçekçi değil.
İkinci ana meselemiz de şu: Tarif etmeye çalıştığım zihniyet, aslen, kendini ülkenin sahibi, her daim iktidarda gören bir zümreye has zihniyettir. Buna dayanarak kimi iktidarları, hükümetleri ‘gayrimeşru’ ilan eder. Ancak şimdilerde şöyle bir meselemiz daha olmaya başladı. Mevcut iktidarın da, muhalefeti, kerameti kendinden menkul gerekçelerle ‘gayrimeşru’ ilan etmesine tanık oluyoruz. Geleceğim yer belli: Hükümetin ve AKP çevrelerinin Gezi Direnişi ile mücadele etme yöntemlerinden bahsediyorum.
Şunu sadece AKP’nin değil, AKP’nin yanında duran kesimlerin de akılda tutmasında fayda var: Demokratik ülkelerde ‘parlamento dışı muhalefet’ diye bir şey vardır ve bu meşrudur. Her türlü sokak hareketini –velev ki ‘Hükümet istifa diye bağırılsın– darbecilikle, Ergenekonculukla suçlamak, bu hareketlere katılan insanları hedef göstermek, bu vesileyle bir polis/istihbarat devletini günden güne, ilmek ilmek örmek, “Derdiniz varsa sandıkta boyunuzun ölçüsünü alırsınız” argümanıyla, demokratik bir sistemi sadece seçimlerden ibaretmiş gibi sunmak, özetle parlamento dışındaki muhalefeti ‘gayrimeşru’ ilan etmek, yazının başından beri tarif etmeye çalıştığım zihniyetin AKP’ye de yavaş yavaş bulaştığını ve benzer bir ‘refleks’le hareket edildiğini gösteriyor.
Dolayısıyla, AKP ve onun çevresindeki bu gidişat devam ederse, bir değil iki Ergenekon zihniyetimiz olacakmış gibi duruyor.