Yaygın görüşe ben de katılacağım: Bir filmi yeniden izler gibiyiz. Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güneyinden bahsediyorum. Fakat tabii, bu yön bildirmeler de mana ve ‘merkezcilik’ içerir. O vakit şöyle diyelim: Batı Kürdistan’dan, Rojava’dan bahsediyorum. (Şu tarif bile bölgede neyi nasıl gördüğümüzü ele veriyor aslında,)
Yaklaşık bir yıldır iniş ve çıkışlarla Türkiye’nin gündeminde bu mesele. Geçen yıl bu zamanlar bölgedeki Kürt güçler bir tür özerklik elde ettiklerinde, yeni ‘merkez’ yani AKP ve eski merkez (malum çevreler), birlikte kaygılanmışlardı. AKP’nin öncelikli kaygısı, hesap dışı bir gelişme yaşanmasından kaynaklanıyordu. Hükümetin desteklediği, hatta silah ve lojistik yardım yaptığı Sünni güçler (ki bazıları El Kaide’ye yakındır), düşünüldüğü gibi sağlam bir tampon bölge oluşturamamış, kritik bölgelerde Kürtler etkin olmuştu. Buna, bölgedeki en faal Kürt grubun PKK ile yakınlığı da eklenince, eski ‘hassasiyetler’ su yüzüne çıkmış ve özetle, Ankara, son yıllarda sık sık duyduğumuz gibi, bölgedeki gelişmelerden ‘rahatsızlık’ duyduğunu bildirmişti.
Bir yıl sonra, olup bitenler tekrarlandı. PYD’nin başrolde olduğu Kürt güçler, El Kaide’ye yakın savaşçılarla girdikleri mücadele sonunda önemli bölgelerde (yani, yaşadıkları bölgelerde) kontrolü ele aldılar, özerkliklerini ilan edecek noktaya geldiler, fakat bunun geçici bir durum olduğunun altını çizmekten de geri durmadılar. Suriye’nin nihai statüsü belirlenene dek geçici bir pozisyon aldıklarını söylediler, ısrarla. Şu gün itibariyle, hâlâ Kürt grupların mücadelesi sürmekte.
Mevcut durumda bu gelişmeler de yine Ankara’yı telaşlandırmış görünüyor. Ayrıca, yine eski merkez de telaşlanmıştır. Acaba PKK Türkiye’nin güney sınırını da saracak mıdır? Barzani yönetimi ve PKK’nın Güneydoğu’daki etkinliği de hesaba katıldığında, bazı Kürt siyasetçilerin dediği gibi, Türkiye üç tarafı Kürtlerle çevrili hale mi gelecektir? Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’nin merkezini telaşlandıran ve yıllar önce Kuzey Irak’ta olup bitenler karşısında takındığı pozisyonu tekrarlamaya iten, bu kaygıdır.
Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’deki tüm ‘merkez’lerin bu pozisyonu alması, aynı filmi izliyormuşuz hissi yaratsa da, aynı ırmakta iki kere yıkanılmıyor. Bu sefer gelişmelere daha soğukkanlı, ve ‘Türkmerkezli’ olmayan şekilde bakanlar az değil ve eskisi gibi sesleri de cılız değil. Zaten bana sorarsanız, en büyük meselemiz Türkiye’de çok sayıda gazeteci ve akademisyenin gelişmelere Türkmerkezli bakması; daha doğrusu, tavrını, böyle davranan ‘merkez’e göre belirlemesi.
Denecektir ki “Bundan daha normal ne var? Türkiye’de yaşıyoruz. Gazetecilerin meseleye Türk daha doğrusu Türkiyemerkezli bakması neden problem olsun?” İlk bakışta haklı bir itiraz gibi görünse de, mesele tam olarak böyle değil. Çünkü Türk (daha doğrusu, resmi görüş) merkezlilik ile Türkiyemerkezlilik çoğu zaman aynı pozisyona denk düşmüyor. Bunda, AKP’nin de kana kana içtiği klasik resmi görüş pınarının şekillendirici bir rolü var. En büyük mesele, ‘Türk’ (ya da resmi görüş) ile ‘Türkiye’yi aynı sanmaktan kaynaklanıyor.
Hatırlatmak mecburiyetindeyim: Hükümet PKK ile bir müzakere süreci yürütüyor, aylardır. Maksat, Kürt meselesini çözmek. Peki, merkezimiz böyle tarif etmese de, neden bir ‘sorun’umuz var? Ülkedeki ikinci büyük etnik grubu oluşturan Kürtlerin hakları/varlığı uzun yıllardır gasp edildiği için. Pekâlâ; bu çözüm süreci başarıya ulaşırsa, ki bunu herhalde AKP dahil olmak üzere hepimiz istemekteyiz, herhalde bugüne kadarki bakış ve düşünüş kalıplarımızı da değiştirmemiz gerekecek. En başta da, klasik ve hâlâ geçerli olan Türkmerkezli resmi görüşün kaygısının Türkiye’nin kaygısı ile aynı olmadığını kavramak geliyor.
Açıkçası, durum şu: Türkiye’nin, hele ki Kürtlerin de içinde olduğu meselelerde, eskisi gibi tek bir resmi görüşü, üstelik ‘çıkarlarımız’ diye tarif edilebilecek bir pozisyonu olamaz, olmamalı. Hem Türkiye’deki Kürtlerle bir müzakere süreci yürütüp, hem de onların (ve elbette hepimizin) akrabalarını, komşularını bir düşmanmışçasına karşımıza almak, makul, sürdürülebilir bir politika değil. Türkiye, evet, Türklerin çoğunlukta olduğu, ancak diğer etnik grup ve mezheplerin de bilhassa böyle gelişmeler karşısında söz sahibi olacakları, söylediklerinin hesaba katılacağı bir ülke haline gelecekse, yeni anayasa ve çözüm sürecinden bunları anlıyorsak, ‘resmi görüş’ümüzün de gözden geçirilmesi gerekecektir. Ve elbette, basın ve akademi dünyasındaki yaygın ezber ve kabullerin de...
Dolayısıyla, Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, “Biz orada bir binanın üzerinden sallandırılan kendilerine göre bayrak kabul edilen bir işaretle böyle bir yönetimin kurulacağı anlamını çıkaramayız. Türkiye’nin aleyhine sonuç verecek hiçbir de facto eyleme ya da olaya göz yummak durumunda değiliz” şeklindeki sözleri pek de isabetli görünmüyor. “Hangi açıdan?” derseniz, Türkiye’nin, hâlâ, Kürtlere ne yapacağını söyleme hakkını kendinde görmesi açısından. Yani müsaade edin de, yıllardır baba-oğul Esad yönetimiden epeyce çekmiş Suriyeli Kürtler ne yapacaklarına –öncelikle– kendileri karar versinler.
Bir de şöyle bir bakış var ki, değinmeden olmaz: Efendim, Türkiye bu gelişmeyi bölgede (‘Kürtler üzerinde’ diye anlayın bunu) ‘etkin’ olmak için bir fırsat olarak değerlendirebilir, dolayısıyla bu duruma tedirginlikle, eski ezberlerle yaklaşmamalı. Bu da bir başka büyüklük taslama politikası. Ve yine asıl dert, aktörlere ne yapacaklarını söylemek.
Belli ki ‘bölge insanı’nı (mesela, bu tarifteki dile de dikkat) eşitimiz olarak görmek için kat etmemiz gereken mesafe epey uzun.