ÖZCAN GEÇER
Her daim yolumun üzerinde selamlaştığım kıymetli Sahaf Rûhi, bir akşam elinde şirazesi yırtılmış, kırmızı ciltli bir kitabı getirip uzattı. İki yüz küsur sayfalık, on iki adet dinsel motifli taşbaskıya sahip bir çalışmaydı. İç kapakta 1895 yılında Canterbury Misyon Matbaası’nca Urmiye’de basıldığını okudum. Hakkâri ve sınırındaki Urmiye bölgesinde Süryanilerin bir kolu olan Nastûriler için yayımlanmış Süryanice kitabın önsözünü merak etmiştik. Yazı apaçık orda dursa da kendini bizden saklıyordu işte; zira anadilimi bilmiyordum.
Ertesi gün iş çıkışı, kitabı bilgisine güvendiğim bir arkadaşıma götürdüm. Dudaklarından çıkan her söz, söyleyen ama susan bu kitabın yıllar sonra dile gelmesiyken, okundukça ben mi yoksa kitap mı nefes alıyordu bilemedim. Kısaca Mildrıd isimli bir başrahibenin Urmiye’deki Mor Anya Manastırı’nda çocuklara verdiği iman yasası eğitimi ders kitabı olduğunu öğrendik. Bunca zaman hangi kuytularda saklanmıştı kim bilir?
Ertesi gün, yoldaşımı sahibine geri götürecektim. Gittiğimde yerinde başkası olunca, bir süre daha bekletmek istedim. Böylelikle öğleden sonra buluşacağım bir arkadaşıma da gösterme fırsatı bulacaktım. Sohbet mekânımız, bir zamanlar Boğos Usta’nın fayton imalathanesiydi. Yüksekçe duvarlı bir yapı ve daha dünmüş gibi, körüklü tavlama ocağında ısıtılıp dövülen demir ve yanık ahşabın isiyle bezenmiş tavanlar... 120 yıllık yaşanmışlık, şimdi de ‘Phaeton’ ismiyle lezzet yolcularını ağırlıyordu. Masaya otururken arkadaşım, çantasından altı parmak eninde sarılmış bir rulo uzattı. Kıvrımları açtıkça, içine renkli dinsel motifler serpiştirilmiş, klasik Ermenice harfleriyle beş metrelik bir yazı belirdi. Şaşırmıştım; meğer okutabileceğimiz bir kişi aranıyormuş. Sonradan 1811’de Diyarbakır’da hazırlanmış pahpanak (hamayil), bir tür bereket tılsımı olduğunu öğrenecektik. Ben de kendisini Süryanice kitabın sayfalarında gezdirmeye başladım. Geçmişin limanına, yere saçılmış rulodaki harf zinciriyle demirlemiştik sanki. Tarlayı sürer misali bezenmiş antik satırlar masamızda; sıra sıra yadigâr demir takımlar taş duvarlarda... Tılsımın sırrı mıydı bilinmez, eski bir şehir haritasının altında, bir Ermeni ustanın atölyesinde, kadirbilir Çerkesin lokantasında, iki Süryani oturmuş Rum melodileri eşliğinde etnik mezelerden taam ediyorduk. Akşam eve dönüşte ve ertesi gün de sahafı bulamayınca yerine bakan arkadaşa emaneti teslim ettim. İçeriği hakkında bilgileri ve satış konusunu akşama doğru ileteceğimi belirterek ayrıldım. Döndüğümde yerinde yakaladığım sahafa detayları heyecanla aktarırken, kendisi de sessizce dinliyordu. Tam ona böyle bir kitabın bende kalmasının anlamını anlatacakken, yüzünde bir acı gülümseme ile sözümü kesti. “ O kitabı senden birkaç saat sonra gelip masanın üstünde gören bir müşteri pazarlıksız satın aldı.‘’... Donakalmıştım.
Kitabı emanet ettiğim arkadaş, mesajımı eksik iletmiş o da geri getirdiğime göre bir alıcı bulamadığımı düşünmüş. İki yıldır sahafta dinlenirken benim için uyandırılan kitap varla yok arasındaydı şimdi. Az evvel hediye edilen uçan balonu, elinden kaçırıvermiş çocuğun düş kırıklığında kısmetime hayıflanıyordum. Elimde, romandaki öğretmenin sahaftan çıkarkenki ne dost bileceğim kitapları ne de armağan edilen tılsım ve haritası... Yüreğimde iç çeksem akşamın karanlığını yutacak sıkıntısı. Dükkandan ayrılıp keşkelerimi dökündükten sonra kendimi keder yerine kaderin huzurlu kollarına bırakıverdim. Anadilini bilmeyen bir Süryani, o dilde yazılmış bir esere de sahip çıkamamıştı. Doğduğu topraklarda kaybolmakta olan bir dilde, hangi denizlerin haritasında yelken açacak kitabın şimdilik hikâyesi bu kadardı. Yeni yıla girerken bizim payımıza da gelecek baharları beklemek ve ‘kendi gitti anısı kaldı’yı yazmak düştü...