Adar Baran Değer, ‘Annemin Şarkısı’, ‘Küçük Kara Balıklar’ ve çeşitli kısa filmlerde çalışmış, henüz 21 yaşında, genç bir sinemacı. İlk filmi ‘Ararat’ta, dağın zirvesine kadar çıkıp, belki de Nuh’un, bir zamanlar, hayatta kalabildiğine sevinerek dans etmiş olduğu topraklara ayak bastı ve onunla birlikte bu dağa tırmananların öyküsünü aktardı.
Fotoğraf: MİHRAN MANUKYAN
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
Bu zirveye çıkıp da, ilahi hislere ulaşmış olan, bir tek Nuh değil elbette; Avrupa’nın en yüksek dağının parkurunu tamamlamış olmakla gurur duyan dağcılar ve elbette, ‘Kutsal Ararat’ı varlıklarının ortak simgesi bellemiş olan Ermeniler de var. Belgesel 100 yıldır konuşulan ve konuşulamayan her şeyle ilgili yeni bir şey söylemeyebilir ama kim bilir, beş bin metredeki bol oksijen, deniz seviyesindeki karanlık meselelere bir nebze çare olur belki.
-
Saraybosna ve Altın Portakal festivallerinden ödüllerle dönen Erol Mintaş’ın ‘Annemin Şarkısı’ filminde de çalıştın. Mintaş’la yaptığımız söyleşide, Altın Portakal’da da gündeme gelen, ‘Türkiye Sineması’ mevzuunu konuşmuştuk. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Türk Sineması, Türkiye Sineması, Kürt Sineması... Karmaşık bir konu bu. Mesela Sedat Yılmaz’ın Özgür Gündem üzerine çektiği ‘Press’ filmi, Kürt Sineması’na mal edilir, Sedat da Kürt diye bilinir. Halbuki Sedat, sağduyulu bir Türk arkadaşımız. Türkiye’deki Kürtlerin yaptığı sinemaya ‘Kürt Sineması’ demek zaten doğru olmaz, sonuçta bu ülkede birçok halk beraber yaşıyor, sanatımızı oluşturan öğelerde ortaklıklar var. Türkiye’deki Kürtler, Türkiye’nin kültürüyle birlikte bir film akımı geliştiriyor; sinema dilimiz aynıyken, hikâyelerimiz veya onlara bakış açımız kısmen ayrışabiliyor. Bu sebeple, ‘Türkiye’nin Kürt Sineması’ veya ‘Türkiye Sineması’ demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
-
Sen, ilk filminde Kürtlerin hikâyelerini veya dertlerini aktarmaktansa, Ararat’ın zirvesine çıkmayı tercih ettin...
Van’da, çocukluğumun geçtiği yerdeki dere hakkında anlatılan hikâyelerden yola çıkarak vardım Ararat’ın tepesine. Bu konuda hatırladıklarımı araştırmaya başladım ve bilmediğim birçok şey olduğunu öğrendim. Mesela bizim Bendimahi Deresi’nin asıl adı Ermeniceymiş, Berkri (Pergri) Deresi diye... Yüzmeyi öğrendiğim, büyüdüğüm dereden, 1915’te, iki hafta boyunca kan akmış. Köyümüzün ‘Kömiş’ olan adının Kürtçe anlamı yok, meğer o da Ermeniceymiş. Köyün çıkışında bir kilise var, ancak kapalı, altın arayanlardan başka kimse gitmiyor. Köyde tek bir Ermeni yok; ilçede de yok, Van’da da yok. Ama tarihi araştırdığında bir bakıyorsun, geçmişte burada binlerce Ermeni varmış. 1915’te köy tamamen boşaltılmış, Kürtler yerleşmiş.
-
Kendini Ermenilere borçlu hissettiğin için mi çektin bu filmi?
Evet. Benim yaşadığım evde, yüzdüğüm derede, bir zamanlar bu insanlar yaşıyordu. Bu katliamı dedelerim yaptı.
-
Bilemezsin, belki dedelerin Ermenileri saklayıp korumuştur...
Olabilir. Fakat, 10 Ermeni öldürenlerin cennete gideceği vaadi üzerine, binlerce Kürt’ün yüzbinlerce Ermeni’yi katlettiği gerçeğini görmezden gelemem. Bunu ailemden birinin yapmış olmaması ihtimali de çok önemli değil. O köyde yaşayan biri olarak, şu anda köyümde Ermenilerin olmayışını sıkıntılı buluyorum. Ermenilerin katledilmesi, o toprakların Ermenilerden tamamen arındırılması, bölgenin ve Kürtlerin kültürel anlamda 100 yıl geride kalmasına sebep oldu.
-
Sonuç olarak bu meseleyle ilgili çalışmaya karar verdin ve konu olarak Ararat’ı seçtin. Niçin?
Ermenilerin Ararat’la ilişkisini, biraz, Müslümanların Kudüs’e vizeyle girmesine benzetiyorum. Ermenistanlılar her sabah Ararat’ın gölgesinde uyanıyor, onlar için çok kutsal bir yer burası; fakat bu kutsal dağ, Ermenistan’ın sınırları içinde değil. Ararat’a çıkmak için bin bir türlü izin almaları gerekiyor Ermenistanlıların. Ben, 1915’te olanları veya 100 yıllık tarihi anlatmak yerine, bugünün duygusunu, Ermenilerin Ararat’a olan yaklaşımını ve Türkiye’deki ‘Ermeni’ fikrini, Ermenilere ilişkin hissiyatı gösteren bir film yapmak istedim. Filmin büyük bir kısmında, Ararat’a tırmanan Ermeniler ve onlara zirveye kadar eşlik eden rehberler ile, Doğu Beyazıt’ta tesadüfen tanıştığım, ailesi Vanlı olan, Fransa’da doğup büyümüş Mihail var.
-
Tırmanışta ne gibi hikâyelerle karşılaştın?
Çok radikal ifadelerle karşılaştım; Ermenistanlı bir kadın “Kürtler bize kan, Türkler bize toprak borçlu” dedi. “Ben bir şey talep etmiyorum fakat asla affetmeyeceğim” diyenler de oldu. Rehberler, ‘Ermeni’ kelimesini duyar duymaz arkalarını dönüyorlardı; halbuki Ermenilerle içli dışlılar. Bana, bir arkadaşımın nereli olduğunu soran amcaya “Sivaslı Ermeni” yanıtını verdiğimde, “Ona Ermeni deme” dedi. Arkadaşımın Ermeni oluşuna takıldığımı, bunu bir küfür olarak kullandığımı düşündü, tersledi beni. Rus ve Fransız dağcılarla konuşma şansım oldu. Bir Rus dağcının yaklaşımı çok enteresan geldi bana örneğin ona “Ermeniler için Ararat kutsal bir yer, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?” diye sorduğumda çok soğuk bir yanıt aldım. Ben “Ermeni Soykırımı” der demez, konuyu kapattı. Belki, bu soruları yanıtladığında nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını bilemediği için yanıtlamamayı seçmiştir.
-
Türkiye 1915’i inkâr etmeye devam ederken, filmine bu konuyu taşımak seni tedirgin etmiyor mu?
Ermenistanlı kadının “Kürtler bize kan borçlu” şeklindeki ifadesini duyan bir arkadaşım, “Türkler yine paçayı kurtarır da, Kürtler ne yapacak?” demişti. Türkiye’de ikamet eden, Fransa vatandaşı bir arkadaşımız, Türkiye’den sınırdışı edilmesine sebep olabileceğini düşündüğü için, filmde yer almak istemedi. Tüm bunlara rağmen, benim endişelerim, filmle ve amacımla ilgili. Bugüne kadar, biz Kürtler, sanatta, kendi hikâyelerimizi sadece kendimize anlatma hatasına düştük. Bizi tanıyan, ne yaşadığımızı bilen ve aynı hassasiyeti taşıyan kitlelerle paylaştık fikirlerimizi. Ben bu filmin Türkiye’nin her yerinde gösterilmesini, insanların fikirlerini etkileyebilmesini istiyorum, çünkü sinemanın gücünün ancak böyle ortaya çıkabileceğini düşünüyorum.
‘Mihail benim bilmediğim yerleri biliyordu’
-
Mihail Fransa’dan Türkiye’ye ne yapmaya gelmiş?
Mihail 30. doğum gününü Ararat’ın zirvesinde kutlamak için gelmiş Türkiye’ye. O da çoğu Ermeni gibi, Ararat hikâyeleri ve efsaneleriyle büyümüş. Mihail’le, ailesinin büyük bir kısmını soykırım sırasında kaybeden ve Fransa’ya kaçabilen büyükbabasından öğrendiği Van köylerinde dolaştık. Çok ilginçti; “Bak, şurada bir kilise varmış”, “Şurada 34 odalı bir manastır varmış” diyordu. Benim bilmediğim yerler bunlar. Manastırın olduğunu söylediği ilçede yaşayanlara sordum, onlar bile bilmiyor. Sonra bizzat gittim, üç saat arabayla, üç saat de dere kenarından yürüyerek, Mihail’in dediği gibi, devasa bir manastıra ulaştım.
-
Çok ilginç bir durum bu...
40’lı yaşlarına gelmiş insanlar, daha önce köylerinden bile çıkmamışken, kendi topraklarını bırakıp başka yerlere göç etmek zorunda kalıyorlar. Bir gecede bırakmak zorunda kaldığınız ve size artık yasak olan bu köyü ve evi hayallerinizde ve çocuklarınıza anlattığınız hikâyelerde yaşatmaya devam ediyorsunuz.
-
Sence, Mihail görmeyi umduğu şeyi görebilmiş midir?
Mihail’in sözünü ettiği her şey duruyordu; yalnızca, bir kilisenin içi tamamen kazılmıştı. “Ermeniler kaçarken kiliseye altın sakladılar” söylentisiyle kazılan kiliselerden biri... Hatta, kilisenin altından bir şey çıkmayınca, bu sefer “Altınları kilisenin taşlarının içine saklamışlar” söylentisi yayılmış, bunun üzerine insanlar duvarları bile yıkmış. Sanıyorum, bir Ermeni kilisesinin bu hale getirilmiş olmasından öte, mensubu olduğu dine ait bir tapınağın yıkılmış olması onu hayal kırıklığına uğrattı.
-
Ararat’ın zirvesinde neler hissetti?
Gün doğarken zirvedeydik. Ben Mihail ağlar diye düşünmüştüm ama ağlamadı. Önce Ermenistan’ı bulmaya çalıştı. Hatta İran’ın Bazergan kentini Ermenistan zannedip, uzun uzun o tarafa baktı. Rehber oranın Ermenistan olmadığını söyleyip başka bir noktayı gösterince, bu kez de oraya uzun uzun baktı. Zirvede dolu bir Ararat kanyak şişesi de bulduk. Gelenekmiş, zirveye ulaşan Ermeniler buraya bir şişe Ararat konyağı bırakırmış. Ararat içerek Mihail’in yaş gününü kutladık. O soğukta çok iyi geldi.
Büyük bir kısmı tamamlanan ‘Ararat’ belgeseline buradan katkıda bulunabilirsiniz.