Ünlü Kanadalı yönetmen Atom Egoyan, geçen hafta ilk kez Türkiye’deydi. Onunla Diaspora’dan Türkiye’ye uzanan, oradan Ararat’a çıktığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.
Atom Egoyan, film festivallerinden birçok kez davet almasına rağmen, bugüne dek gelmeyi tercih etmedi. Haklı nedenleri, korkuları ve endişeleri vardı. 13 yıl önce çektiği ‘Ararat’ filmi, Türkiye’de yoğun tepki ve baskıyla karşılaşmış; gösterime girememişti.
Egoyan’ın gelişinin özel bir nedeni vardı. Eric Nazarian ve Sera Dink’in düğününde sağdıç olması istenmişti. Kaygılarının yanına merakını da alarak Türkiye’ye geldi. Atalarının sürüldüğü ülkeye, ev sahibi gibi geri döndü. Şaşkındı, mutluydu, duygu doluydu Egoyan. Kilisede gelenleri karşılarken, bir restoranda yaptığı sohbette, kendi içindeki duvarları yıktığını söylüyordu. Tarih yazılıyordu bir yandan: “ Her zaman büyük toplumsal olaylar değildir tarih. Bazen sadece bireyler arasında geçen konuşmadır” diyordu. Egoyan’la Diaspora’dan Türkiye’ye uzanan, oradan Ararat’a çıktığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.
Aklımdaki ilk soru şu: Neden daha önce Türkiye’ye gelmediniz?
İstanbul Film Festivali’nden birçok kez davet aldım. Bana, Ermeni Soykırımı’yla ilgili özgürce konuşabileceğimi garanti eden bir mektup göndermelerini istedim. O mektup hiç gelmedi. Daha derine inersek, birçok Diasporalı Ermeni gibi Türkiye’ye gelmemek için direnç gösterdim. Çözülmesi gereken fakat çözümlenmemiş çok şey olduğunu düşündüm hep. Bu yolculuğu yapmanın benim için imkânsız olduğunu hissediyordum. Eşim Arsinée Khanjian, bir kaç yıldır Türkiye’ye gelip gidiyor. Onun bu açık fikirliliğinden çok etkilensem de bu kadar uzaktan neler gözlemlediğini anlayamadım. Eric Nazarian ve Sera Dink, düğünlerinde sağdıç olmamı istediklerinde hayır diyemedim. Buraya gelmek için müthiş bir fırsattı. Ailevi ve şahsi bir meseleyle geliyordum, aşkı kutlamak dışında başka bir gündemim yoktu. Burada geçirdiğim bir haftada sanki tüm dünya önümde açıldı. Arsinée, bana bir şeylerin değişmeye başladığını söylüyordu. Ancak buraya varana kadar, süregiden diyaloğun doğasını anlamamıştım.
Uzaktan ve yakından bakmak arasında nasıl bir fark var?
Diaspora’da yaşayan bizler, Ermenilerle Türklerin nasıl ilişkileri olduğunu unutmuştuk. Tarih bu ilişkileri kesip atmıştı ve biz ‘an’da donmuştuk. Bir bakıma gerekliydi bu. O ‘an’da donup kalmak, kimliğimizin büyük bir parçasını oluşturdu. Zorunlu bir gündemle de donmuştuk. Burada ilişkilerin geliştiğinin, canlı bir diyalog süreci olduğunun farkına vardım. Orada oluşumumuzun bir parçası, hiç kuşkusuz, yaşadığımız ülkelerin tarihte yaşadıklarımızı kabul etmesiydi. Ancak bugün, 2015’te, Papa Francis’in güçlü beyanının ve Almanya, Avusturya, Belçika gibi ülkelerin soykırımı tanımalarının ardından, bu baskının yeterli olmadığını anladık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Papa’nın açıklamasına kulak vermedi. Tüm bunlardan sonra, Türkiye’ye dışarıdan yapılan baskının, onu ancak bu kadar ileri götürdüğünü gördük. Yapılması gereken iş, Türkiye’de... Diaspora buradaki toplumla ilişki kurmazsa, bu elzem diyalog sürecine dahil olamaz.
Gelmemeyi tercih etmenizin daha derinde bir nedeni var mı?
Kendimi küçük hissetmek istemedim. Hayatımın büyük kısmını kimliğimi oluşturmaya ve bulunduğum ülkede bir yer edinmeye harcadım. Geri dönüp kendimi önemsiz ve anlamsız hissetmek istemedim. Bugüne kadar çalışıp, Kanada’da, Amerika’da, Fransa’da, Arjantin’de elde ettiğimiz kazanımları, bir şekilde yitirmek istemedim. Türkiye’ye gelsem, birden, korkuyu hissedeceğim yere geri dönmüş olacaktım. Tarihin yok olmasından korktum. Burada değişimi, açık fikirliliği gördüm, inanılmaz insanlarla tanıştım.
Bu kadar kısa sürede Türkiye’deki değişimi nasıl hissettiniz?
Birkaç şey oldu. Hrant Dink Vakfı’nı, Agos’u ziyaret ettim. Var olduğumuzu gördüm. Yabancılık hissetmedim. Unutamayacağım bir sohbet yaptım. Arsinée’yle bir restorandaydık. Yan masada, genç bir Kürt öğrenci ve öğretmeni oturuyordu. Öğretmenin ‘soykırım’ sözcüğünü kullandığını duydum. İlk defa, bu kelimeyi Türkiye’de, Ermeni olmayan birinden duydum. Hemen masaya doğru döndüm ve şöyle dedim: “Özür dilerim, sizi tanımıyorum ancak bu sohbete katılmalıyım.” Bana Diyarbekirli olduğunu söyledi ve Ermeni Soykırımı’nı ne zaman öğrendiğini anlattı. 1990’lara kadar Kürtlerin de Ermeni Soykırımı’nı sorgulamadıklarını anladım. Bugünkü süreci, Diaspora’dan bakarak anlamak zor. Hrant Dink öldürüldüğünde binler sokağa döküldü, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz!” diye yürüdü. Biz bu ifadenin “soykırımı tanıyoruz” anlamına geldiğini düşündük. İnsanların, aslında “Hrant’ız, çünkü ifade özgürlüğü istiyoruz”, “Hrant’ız, çünkü sorgulama özgürlüğü istiyoruz” demeye çalıştığını anlayamadık. Odaklandığımız, odaklanmak zorunda olduğumuz tek konu vardı. Ancak 100 yıl sonra dikkatimizi vermemiz gereken bir toplum olduğunun ve bu toplumun zihniyeti değişmezse, korkularımızın da devam edeceğinin farkına vardık. Hâlâ bir baskı var. Biz bunu Diaspora’dan hissedemiyoruz belki. Diyalog, bu ülkede olacak ve hakikat burada anlaşılacak.
Yaşadığınız deneyimden yola çıkarak, Kürtlerin Ermeni Soykırımı’yla yüzleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konuştuğum Kürt akademisyenin samimiyeti ortadaydı. 1990’larda yaşananlardan sonra, Kürtlerin Ermeni Soykırımı’yla ilgili sorgulamaya başladıklarını söyledi. Kürtlerin de soykırımda rolü olduğunu, bu yükü taşıdıklarını ve hatta bazı arkadaşlarının bu suç ortaklığından dolayı cezalandırıldıklarını düşündüklerini söyledi. İnanamadım... Şüpheciydim başlarda. Acaba uluslararası toplum önünde Ermeni meselesini kullanarak kredi toplamaya mı çalışıyorlardı? Tüm bunlar aklımdan yaptığım tek sohbetle silindi. Neden bu adamla tanışmıştım? Aynı restoranda yemek yiyorduk ve sohbet etmeye başladık. Çok şey değişti. Bunun filmini çeksem, gerçekten yaşandığına inanmazlar.
Türkiye’de sizi hayal kırıklığına uğratan olaylarla karşılaştınız mı peki?
Osmanlı fotoğraf tarihinin sergisine gittim. Ermenilerin izini aradım. Sadece bir yerde geçiyordu. 1905’te Sultan II. Abdülhamid’e düzenlenen suikast girişimi... Yani Osmanlı fotoğraf tarihinde, resmî tarih anlatısının bir devamı olarak Ermeniler yine ‘terörist’ olarak gösteriliyorlardı. Daha sonra sinema müzesine girdim. Bir baktım sinema filmi çeken ilk Türk’ün heykeli… Kutlamak için ne tuhaf sebep diye düşündüm. Ondan önce Ermeniler, gayrimüslimler film çektiler. Onlar anılmıyordu bile. 1922’de çekilmiş bir filmin afişi vardı. Oyuncuların, rejinin yarısı Ermeni. 1915’ten sonra da Ermenilerin sinemada büyük yeri olduğunu biliyoruz. Memleketlerinden koparıldılar, ancak kurtulanlar İstanbul’da toplumsal hayatın her alanında var oldular. Ancak çoğu zaman Ermeni kimlikleriyle anılmadılar. Totaliter ve ayrıcalıklı kimliğin hâlâ devam ettiğinin ve bu kimliğin Müslüman olmayanları dışladığının de farkına vardım. Bu müzelerde gördüğüm Ermeniler, sanki hayaletti. Ben de buraya gelip bir hayalete dönüşmekten korktum yıllarca.
Soykırım’ın, Amerika veya Avrupa ülkelerinde anılmasıyla Türkiye’de anılması arasındaki temel fark nedir sizce?
Bir kesim var ki, Soykırım’ı yalnızca Ermenilerin anabileceğine inanıyor. Kimse bizim arzu ettiğimiz şekilde hatırlayamaz diye düşünüyoruz çünkü. Bu da, hatırlama sürecine organik değil ideolojik bakıldığı anlamına geliyor. Türkiye’de yapılan anmaysa organik. Batı ülkelerinde nasıl oluyor? Politikacılar, devlet başkanları, 24 Nisan’da çıkıp harika konuşmalar yapıyorlar. Ancak o harika konuşmalar duygulardan kaynaklanmıyor. Soykırım, onların hikâyelerinin bir parçası değil. Konuyla ilgili kendilerine öyle büyük sorular da sormuyorlar. Kanada’da Kızılderililerin kültürel soykırıma uğradığı söyleniyor. Hiç bir Kızılderili yetkili Ermenilerle birlikte mücadele etmeyi düşünmez. Empati yaparız ancak Türkiye’deki gibi bir sosyal yapı inşa edemeyiz.
“Hrant Dink öldürüldüğünde binler sokağa döküldü, ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz!’ diye yürüdü. Biz bu ifadenin ‘soykırımı tanıyoruz’ anlamına geldiğini düşündük. İnsanların, aslında ‘Hrant’ız, çünkü ifade özgürlüğü istiyoruz’, ‘Hrant’ız, çünkü sorgulama özgürlüğü istiyoruz’ demeye çalıştığını anlayamadık.”
Soykırım’ın 100. yılı sanatsal üretim açısından nasıl geçti?
Venedik Bianeli’nde Ermenistan Pavyonu’nun büyük ödülü alması, Sarkis’in Türkiye Pavyonu’nu temsil etmesi, gurur vericiydi. 100 yıl önce yaşadığımız büyük yıkımın ardından, bugün kendimizi kültürel olarak tekrar inşâ etme sürecindeyiz. Öte yandan, şunu söylemek gerekir. Sanat bir programa göre yaratılmaz. Sanatçının hayatının belli bir noktasında hissettiği şeyi yansıtmak istemesiyle ortaya çıkar. Biz soykırım filminden, devasa bir yıkımı tüm yönleriyle göstermesini bekliyoruz. Ancak, yaşadığımız şu an içinde o yıkım devam ediyor, bunu unutuyoruz. Felaketin hiçbir tasviri, 100 yıllık inkârı telafi edemez. Holokost’la ilgili binlerce film yapıldı. Bazıları çok güçlü, bazıları çok kötüydü. Ermenilerin böyle bir süreci olmadı. Çünkü yapmamız gereken çok şey vardı. Bitmeyen inkâr, bizim deneyimlerimizin temeli oldu. Bu konunun ele alınmasının zor olduğu söylenir. Zor, çünkü anlatmak istediğimiz çok şey var.
Soykırımla ilgili bir film çekmeyi düşünür müsünüz?
Hayır. Ancak ilginç olan şu ki, yeni filmim ‘Remember’ (Hatırlama) bu meseleleri Holokost üzerinden ele alıyor. Filmin kahramanı, ailesini Auschwitz’te kaybedip, Holokost’tan kurtulan ve Alzheimer olan bir adam. Ailesini öldüren kişiyi öldürmek için yola çıkıyor, ancak nedenini unutuyor. Bazen kendisini silahla bir otel odasında buluyor; kimi, neden öldürmek istediğini hatırlamıyor.
İstanbul’da yaşadığınız en unutulmaz an, hangisi olacak?
En çok etkilendiğim an, sağdıç olarak kilise kapısında durup gelenleri karşılamak ve ellerini sıkmaktı. Çok duygulandım. Sadece düğünde bulunduğum için değil, olağanüstü bir konumdaydım. Burada yaşayan Ermenilerin kilisesinde, yani onların evinde, onları karşılıyordum. Yüzlere tek tek baktım. Onlar bu toplumda yaşıyorlardı ve birlikte var olmuşlardı. O an, onlarla o duyguyu ve birliği paylaşmak benim için en unutulmaz andı.
‘Tarih bazen iki kişi arasındaki konuşmadır.’
“‘Ararat’, soykırımla ilgili değil, inkârla ilgili bir filmdi. Travmanın, inkâr dolayısıyla nesilden nesile geçişiyle ilgiliydi. İki ailenin hikâyesi üzerinden sürgünü anlatmaya çalıştım. Anne ve oğul arasındaki sorunları anlattım. Belki o dönem filmi izleyen Ermeniler arasında şöyle düşünenler olmuştur: “Neden bu filmi izliyorum? Bu filmin soykırımla ilgisi ne?” 40 dakika boyunca tarihsel bir sahne yok. Filmin sonunda dört kuşağı görüyoruz. Tüm film bu ‘an’a odaklanıyor. Tarihin bir parçasını iki aile üzerinden izliyoruz. Tarih, her zaman büyük toplumsal olaylar değildir. Bazen sadece bireyler arasında geçen konuşmadır. Özellikle, aile içinde, ebeveynle çocuk arasındaki iletişimdir, değişimdir ve aynı kalandır. Bazen de, benim burada Kürt akademisyenle yaptığım sohbettir. Tarih, böyle küçük anlarla şekillenir. Sanat belli bir düzeyde farkındalık yaratıyorsa, amacına hizmet etmiş demektir. Bu amaç, ideolojik değil. ‘Ararat’ da bir propaganda filmi değildi. 13 yıl sonra, filmdeki soru halen geçerli. Tanımanın olmadığı yerde, geçmişle nasıl uzlaşabiliriz? Peki ne değişti? 13 yıl önce, Kanada’da soykırım tanınmamıştı henüz. Filmden bir yıl sonra tanındı. Sanat yapıtı, olayın mührü gibidir.”