"Yüzleşme olmadan, travmalarla baş edilemez"

Şebnem Korur Fincancı, bu yıl altıncısı verilen Hrant Dink Ödülü’ne değer görüldü. Fincancı’ya insan hakları mücadelesine adadığı hayatını, tek başına müdahili olduğu Ergenekon Davası’nı ve yüzleşilmeyi bekleyen onlarca acıya rağmen, umudunu nasıl koruyabildiğini konuştuk.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN

UYGAR GÜLTEKİN
uygargultekin@agos.com.tr

Kürt savaşının en şiddetli dönemini geçirdiği 1990’lar, yargısız infazlar, işkenceler, gözaltında kaybetmelerin en yoğun yaşandığı yıllar oldu. İnsan haklarını savunmanın devletin hedefi haline geldiği bu yıllarda, korkusuzca mücadele eden az sayıda kişiden biridir Şebnem Korur Fincancı. Devlet işkencesini meşrulaştırılmak için elinden geleni yapan Adli Tıp’ın içinde mücadele etti. Devletin işkence yaptığını belgeleyen bütün Adli Tıp raporlarının altında, Fincancı’nın imzası vardı. Mehmet Ağar, Korkut Eken gibi devletin en karanlık isimleri tarafından sürekli olarak baskı altına alınmak istendi.  Devlet işkencesine karşı sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında koşturdu, hedef gösterildi...

İşkencenin belgelenmesinde, uluslararası standart bir kılavuz olarak kabul edilen İstanbul Protokolü’nü oluşturanlar arasında yer aldı. Dünyada işkencenin belgelenmesi için başvurulan önemli hekimlerden biri olarak anılan Fincancı, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın başkanlığını da yürütüyor.

Fincancı, bu yıl altıncısı verilen Hrant Dink Ödülü’ne değer görüldü. Fincancı’ya insan hakları mücadelesine adadığı hayatını, tek başına müdahili olduğu Ergenekon Davası’nı ve yüzleşilmeyi bekleyen onlarca acıya rağmen, umudunu nasıl koruyabildiğini konuştuk. 

  • Ödül konuşmanızda “Güçlenerek çıkacağım bu salondan” dediniz.  Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Güçlenerek çıktım. İşkence görenler için de benzer bir durumdan bahsederiz. Birinin onların işkence gördüğünü kabul etmesi, işkencenin tanınır olması çok önemlidir. İnsan hakları mücadelesi de öyle. Kolay değil. Devlete karşı mücadele ediyorsunuz ve devlet sizi her zaman dışlamaya, bir köşeye sıkıştırmaya ve sizi değersizleştirmeye çalışır. Bu yüzden, tam da çok yakınından birinin sana değer vermesi, oldukça güçlendiricidir. Bu ödül, çok içeriden, aileden bir destek gibi geldi. Hrant Dink’in kendisi beni kutlamış gibi hissediyorum.  Bu direnme gücü veren bir şey.

  • Uzun yıllardır insan hakları mücadelesi içindesiniz. Sizi bu mücadeleye iten süreç neydi?

1980 öncesinde öğrenciydim. Elbette politik bir kimliğim vardı. Okuyordum ve şanslıydım, çok iyi öğretmenlerim oldu, çok iyi insanlarla karşılaştım. Bize okumayı öğreten hocalarımız vardı. Örgütlü değildim, ama solda yer alan örgütlerin doğru yaptığını düşündüğüm her şeyi desteklemeye çalıştım. Bildirinin içeriği bana uygunsa bildiri dağıttım, elimden geldiğince afiş hazırladım. Mecburi hizmet sonrası, ihtisasa girecektim. Patoloji hocam, Adli Tıp’ın benim için çok uygun olacağını söyledi. Böylelikle, Adli Tıp’a başladım. Daha girdiğimin ilk haftasında, gözaltında işkencede hayatını kaybeden Mustafa Hayrullahoğlu’nun dosyası konuşuluyordu. İşkenceyi meşrulaştırma çabasına inanamadım. Ayak tabanlarındaki morlukları, falaka izlerini, “ayak tabanları üzerinde zıplamıştır, ondan olmuştur” diyen bir rapor hazırlandı.  “Öyle de olmuş olabilir, böyle de olmuş olabilir” diyen klasik bir rapor hazırlandı. O zaman dedim ki, ben bu işle uğraşacağım. “Öyle de olmuş olabilir, böyle de olmuş olabilir” dersen, bu işkenceciye yarar.  Bunun ayrımcı tanısını, biz yapabiliriz. Böyle başladı her şey. İlk önce öğrendim. Öğrenirken, ilk telif ‘Adli Tıp’ kitabının yazarı Bahattin Şakir’in Teşkilatı Mahsusa Doktorlar Grubu’nda yer aldığını ve Ermeni Soykırımı’ndaki rolünü öğrendim. Adli Tıp böyle bir yerdi. Bütün dünyada da aslında böyledir. Devletlerin ihtiyacı olan ve devletin kolayca kullanabildiği bir alan, yapılanmaları öyle… Biz, İstanbul Protokolü süresince bütün BM kurumlarının Adli Tıp’ın önemine ve bağımsız yapılanması gerektiğine dair açıklamalarına şahit olduk. Düşünün, bir toplu mezar açılıyor, 100 yıllıksa Ermeni Soykırımı’ndan, 30 yıllıksa Kürt savaşından olduğunu söyleme şansımız var.

  • Sürekli olarak işkence hikâyeleri dinlemek… Zor konularla çalışıyorsunuz.

İnsan hakları savunuculuğu yapanların bakım alması gerekir. Bakım verenlerin bakımı diye programlar vardır. Çünkü bir süre sonra siz de tükenebilirsiniz. Bazen bu, size durumunu anlatanın her şeyine inanma, kendi ailenizin bir parçası gibi görmeye; bazen de tamamen kaçınmanıza neden olur. Farklı reaksiyonlar gelişebilir; onun için risklidir. Türkiye’de bakım verenlerin bakımıyla ilgili alanlar çok yetersiz. Herkes, yaşadığı hak ihlallerinden güçlenerek de çıkabiliyor, dağılmış olarak da... Hak ihlaline uğrayan biriyle görüşürsünüz, belgelersiniz. İlk gelişi size kapalıdır, omuzları çökmüştür ama sonrasında gülümseyerek ayrılır yanınızdan, güçlenerek çıkar. İşte bu çok kıymetli… En büyük hediye size, o insanların kendilerini güçlenmiş olarak, hissederek ayrılmasıdır.       

  • Umutsuzluğa kapıldığınız oldu mu?

Zaman zaman öyle duygular yaşıyorum. Cemal Temizöz’ün tahliye haberini duyunca, çok gerildim. Olmuyor bu iş diye düşündüm. Ama bir taraftan şuna bakıyorum, 30 yıllık bir süreç bu. Ve bugün artık kimseye elektrik işkencesi yapılmıyor, kimseyi Filistin askısına almıyorlar. Başka bir algıyı mümkün kıldık. Dolayısıyla, bu da mücadelenin umut veren yanı. Umutsuzluğa düşsem de çabuk geçiyor. Türkiye’de çok uzun ve çok da kıymetli bir insan hakları mücadelesi var. Çok önemli adımlar atılmış. İnsan Hakları Derneği, bizim öncü örgütümüz. O dönemde, insan hakları savunucuları kararlı bir şekilde mücadele etmiş. Onları umutsuzluğa düşürmek için ellerinden geleni yapmışlar.

  • Türkiye’de insan hakları mücadelesi nereye geldi?

İnsan hakları mücadelesi çok zor bir mücadele, çünkü devlet çok güçlü. Dünyanın her yerinde bu böyle. İnsan hakları mücadelesinin doğası gereği en büyük başarısı, devletsiz bir dünya yaratmak olacak. Yoksa başka türlüsü mümkün değil. Devlet derken, devlet algısı ve devlet yapılanmasından beslenen diğer yapıları da kastediyorum. Öte yandan Türkiye’de 2005’te ceza yasasına, işkenceye ilişkin bir ceza maddesi kondu ve dünyadaki pek çok ceza maddesinden daha gelişkin. Geniş kapsamlı bir tanımı yapıldı işkencenin. Bu çok kıymetli sonuç, insan hakları mücadelesi sayesinde oldu.  Ben çalışmaya başladığımda gözaltı süreleri 90 gündü, şimdi 24 saat.

  • Dünyada da pek çok yere yetişmeye çalışıyorsunuz.  Peki, dünyada insan hakları mücadelesi ne durumda?

Dünyada da benzer bir durum var. Biz, İsrailli ve Filistinli hekimlerle de çalışıyoruz. Bundan üç dört yıl önce, İsrail Tabipler Birliği’yle bir toplantı yapmak istemiştik. İşkencenin etkin bir biçimde belgelenmesi için çalışalım dedik.  “Bizim öyle bir ilgi alanımız yok” dediler. “Politik işlerle uğraşmayız” dediler. Bunun neresi politik, mesleki bir çabadan bahsediyoruz. Bu senenin başında ise İstanbul Protokolü’ne  adanmış bir sempozyum yaptılar ve bizim eğitim verdiğimiz bütün insanları konuşmacı olarak çıkardılar. Bu çok büyük bir kazanım. Filipinler’de işkence suç değildi. Ben 2000’lerin başlarında gitmeye başladım Filipinler’e. 2010’da, işkencenin suç olduğuna dair bir yasa maddesi eklendi ceza yasasına. Bunlar olumlu adımlar. Elinizde bir düzenleme olması, sizi güçlendiriyor, bir dayanak sunuyor. Ben 2000’lerin başında gittiğimde, ordunun özel bir vurucu timi vardı ve bizi takip ettiler. Bir manastıra sığındık ve başrahibe bizi onlara vermediği için kurtulduk. Şimdi ise işkence iddiası olduğunda gidip cezaevlerinde muayene yapıyoruz. Elbette bir değişim oluyor dünyanın her yerinde, ama yeterli değil elbette. Geleceğe dair hayallerimiz büyük... İnsan hakları ihlallerinin hiçbir biçimde yaşanmadığı bir dünya hayal ediyoruz.

  • Ergenekon Davası’nın tek bireysel müdahili sizdiniz. Şimdi onların hepsi dışarda.

Davalar başladığında, müdahillik talebim kabul edildi. Çok şaşırmıştım. Bunu beklemiyordum açıkçası. Sonra şunu düşündüm, göstermelikti bu. Tek başına bir kişiyi davaya sokmak, onu kolayca saf dışı bırakabilmek içindir bir bakıma.. Üçüncü duruşmada, avukatlarımın soru sorma haklarını engellediler.  Serbest bırakılmalarına çok şaşırmadık, ama ben en azından bir iki tane günah keçisi bırakırlar diye düşünüyordum. Cezaevinde ölen insanlar oldu hastalıkları nedeniyle; o da yürek acıtıcı bir durum.  Beklendiği gibi, günah keçisi yaratmaya çalışmadılar, geri çekildiler. Başından beri diyorduk; bu dava, devletin derinlerinin yeniden yapılandırılması operasyonudur ve beklediğimiz gibi de sonuçlandı. Mehmet Ağar her dönemin adamı olmuştur, bütün o isimler... Zaten bu ülkenin devlet adamı geleneğinden gelen hiç kimsenin cezalandırılmayacağını biliyoruz.

  • Ergenekon davalarından sonra, kamuoyu olarak nasıl bir yerdeyiz?

Ben toplumun, yüzleşilmesi gereken sorunların çok da farkında olduğunu düşünmüyorum. Çok ciddi bir okuma sorunumuz var. Satır aralarını okumaktan bahsediyorum. Soru sormak konusunda eksiklikler var. Bu da bilerek, isteyerek yaratılan bir durum. Osmanlı’dan bu yana, belli bir hamur var ellerinde ve devlet güçleri tarafından yoğruluyorlar.  Şimdi daha çok alan var ellerinde hamuru yoğuracak, ana akım medya başta olmak üzere. Bu yüzleşmenin gerekliliğinin farkında olan çok küçük bir grup var ama bu grup gittikçe büyüyor; bunu yadsıyamayız. Ama bu süreç, çok yavaş ilerliyor. 12 Eylül’le, Diyarbakır Cezaevi’yle yüzleşmek için otuz sene bekledik. Biz daha Ermeni Soykırımı’yla yüzleşememiş bir toplumuz. Ama yine de, en azından insanlar “Acaba öyle mi oldu?” diye sordu kendisine. Sonuç olarak, bu dava sayesinde, zaten bildiğimiz pek çok katliam, kaçırılarak kaybedilen, işkencede öldürülen insanlarla ilgili ilk defa bir şeyler duyanlar oldu.  Bu bile bir kazanım. Biraz o yüzden müdahil olmak istemiştim.

Kategoriler

Güncel İnsan Hakları