Sinemanın bildiği sırlar

Evrim Kaya'dan, Cumartesi akşamı ödül töreniyle son bulacak 71. Venedik Film Festivali izlenimleri..

EVRİM KAYA
evrimkaya@agos.com.tr

“Sinema bizim bilmediğimiz ne biliyor?” Alman sinema yazarı Rüdiger Suchsland’ın bu yıl Venedik’te gösterilen belgeseli ‘Caligari’den Hitler’e’, bu sorunun peşinden giderek, film karelerini teker teker inceliyor, Weimar Cumhuriyeti’nden Hitler faşizmine giden yolu anlamaya çalışıyordu. Festivalin önemli bir kısmı geride kalmışken, şimdiye kadar izlediğimiz filmlerde bu sorunun peşine bir kez daha düşmekte fayda var.

Alman faşizminin sinemadaki yüzünü arayan Rüdiger Suchsland’ın sorduğu “Sinema bizim bilmediğimiz ne biliyor?” sorusuna verilecek ilginç yanıtlardan biri, Avusturyalı yönetmen, bir çeşit aykırı çocuk Ulrich Seidl’ın 2008 yılında ortaya çıkan trajik kiler  vakasına verdiği tepki olan ‘Im Keller’ (Kilerde) adlı belgeselden gelebilir. 42 yaşındaki Elisabeth Fritzl’ın 24 yıl boyunca evlerinin kilerinde babası tarafından hapis tutulduğu ve sayısız kez tecavüze, şiddete maruz kaldığı ortaya çıkmıştı. Her Seidl filmi gibi izleyicide kahkaha-şaşkınlık-öfke arasında hızlı geçişlere neden olan ‘Im Keller’ Avusturyalıların kilerlerinde Nazi hayranlığının, sado-mazoşizmin, duygusal şiddetin, ırkçılığın ve yalnızlığın hakim olduğunu izlemesi zor ama sömürüden uzak bir dille anlatıyor.  Filmden sonra konuştuğumuz Seidl, kilerlerin açıkça toplumların bilinçaltı için bir metafor olduğunu, yalnız Avusturya değil, dünyanın geri kalanında da bastırılan sayısız karanlık dürtünün olduğunu anlattı.

Bir kez de kurbanın gözünden

İki yıl önce Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan ‘Act of Killing’ (Öldürme Eylemi) ile bir anda festivallerin harika çocuğu olan Amerikalı belgeselci Joshua Oppenheimer’ın ilk filminin devamı niteliğindeki belgeseli ‘The Look of Silence’ (Sessizliğin Gözü), sorumuza yanıt arayanların kaçırmaması gereken bir başka film; yarışma filmleri arasında da, şimdilik, eleştirmenlerin favorisi. ‘Act of Killing’ 65-66 yıllarında Endonezya’da yaşanan ABD destekli komünist avını ve soykırımı, bugün hâlâ iktidarda olan katillerin ağzından anlatan, kan dondurucu bir belgeseldi. Yaptıklarını tuhaf bir gurur ve soğukkanlılıkla anlatan katiller, bununla da yetinmeyip, müzikal, kara film gibi janrları taklit ederek, cinayetleri perdede canlandırıyorlardı. Filmin başkarakteri Adi, kendi doğumundan önce öldürülen ağabeyinin katillerini, Oppenheimer’ın film için yaptığı araştırmalar sonucu keşfediyor ve onlarla yüzleşmeye karar veriyor. Öncekine göre daha sakin bir sinemasal dile sahip olan belgeselin konusu, bir tür göz teknisyeni olan Adi’nin, insani olan her şeye karşı körleşmiş katillerin ve onların çocuklarının gözlerini açma çabası olarak özetlenebilir. Katillerden biri, delirmemek için kurbanlarının kanını içtiğini anlatırken sessizliğini ve iyi niyetini korumaya çalışan Adi, katilin yanı başında duran kızına sevgiyle sarıldığında, perdeye bakan izleyicilerde uyanan duyguları tarif etmek zor. En doğrusunu yine sinema biliyor.

Al Pacino’nun saçları

İtalyan basınına göre, halkın favorisi, başka bir altın çocuk olan Meksikalı Alejandro González Iñárritu’nun ‘Birdman’i. Gözden düşmüş bir aktörün bir Broadway oyunuyla saygınlık kazanma çabasını anlatan film hakkında çıkan eleştiriler de olumlu. Tuhaf bir tesadüfle, bu yılın programında, aynı konuyu işleyen bir başka film daha var. Kırmızı halıda ‘apaçi’ saçları ve kendinden epey genç kız arkadaşı ile İtalyan hayranlarının gönlünü çalan Al Pacino’nun başrolde yer aldığı iki filmden biri olan ‘The Humbling’, neredeyse tam olarak aynı meseleyi ele alıyor ve çok benzer finaliyle, ‘Birdman’i görenleri hayrete düşürüyor. Pacino’nun başrolde olduğu diğer film, ana yarışmadaki ‘Manglehorn’ ise biraz vasat bulundu. Her iki film de, ‘Birdman’ gibi, yaşlılık ve bencil Amerikalılar üzerine fazla derinlikli olmayan fikirler etrafında dönüyor. Amerika’dan gelen bir başka film, İran asıllı yönetmen Ramin Bahrani’nin ‘99 Homes’u (99 Ev), ekonomik krizde kurbanken kendini bir anda zalimlerin tarafında bulan bir tesisatçının hikâyesini güçlü bir senaryo ve yüksek bir tempoyla anlatırken, ahlaki olan ile yasalara uygun olan arasındaki, gittikçe büyüyen yarığa dikkat çekiyor. Film, finaliyle, verdiği mesajın altını oyuyor gibi olsa da, hırs, bencillik ve kötülük üzerine güçlü bir deneme.

Güvercinlerde varoluş bunalımları

Ana yarışmanın büyük ilgiyle beklenen filmleri arasında en ilginci, şüphesiz, kendine has absürt mizahı ve bembeyaz suratlı oyuncularıyla tanınan İsveçli yönetmen Roy Andersson’un 2000 yılında başlayan üçlemesinin son halkası ‘A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence’ (Bir Güvercin Bir Dala Tünemiş, Varoluş Üzerine Düşünüyordu). Üçlemenin diğer iki filminden tematik ve estetik olarak ayrılmayan bu son film, sinemanın iyi bildiği bir diğer şeyin, insan olma durumunun en karanlık taraflarına mizahla bakabilmek olduğunu gösteriyor.

Yarışmanın Türkiyeli filmi ‘Sivas’ın ise, mütevazı hikâyesiyle verdiği, çok da mütevazı olmayan bir yanıt var: Sinema bir çocuğun erkeğe dönüşmesinin nasıl şiddetli, nasıl can acıtıcı bir yolculuk olduğunu da iyi biliyor olabilir.

Heavy Metal bir masal

Bu yıl Avrupa’dan gelen filmlere de genel bir karanlık hava hâkim. Charlie Chaplin’in mezarından ölüsünü çalarak fidye için ailesini arayan iki kafadarı anlatan ve sıradan insanın sıradan hayatını sakince yakalayan estetiği ile tezat oluşturan gösterişli orkestral müziğiyle dikkat çeken Fransız filmi ‘La Rançon de la Gloire’, ana yarışmanın eski bir Chaplin filmini kullanan iki filminden biri. Chaplin’i perdede görmek insanı hâlâ mutlu ediyor ve sanki, Chaplin hâlâ kimsenin bilmediği birkaç sırrı gülüşünde saklıyor. Onu perdeye taşıyan diğer film, Fatih Akın’ın Ermeni Soykırımı’nı anlatan Heavy Metal masalı ‘The Cut’.

Bana öyle geliyor ki, Suchsland’ın başta sözünü ettiğimiz belgeselinin katılımcılarından olan Akın’ı bu filmi yapmaya iten şey, sinemanın neyi bildiği değil, kime neyi söyleyebileceği sorusu olmuş. Birçok kez, filmi biraz da MHP’li babasına soykırımı göstermek için yaptığını anlatan yönetmen, sinemayı belki, herkesin bildiği ama anlatması gerekenlerin yüz yıldır inatla anlatmak istemediği bir şeyi, 1915’te olanları anlatmak için kullanıyor.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema