Ayrıntı Yayınlar’ından çıkan, Amerikalı akademisyen Robert Stam imzalı ‘Sinema Teorisi’ne Giriş’ bu kargaşada tutunacak dal arayanlara kitabın adı neyse onu vaat ediyor: Sinema teorisine doğru düzgün bir giriş.
EVRİM KAYA
Sinema salonlarına kovboylar silahlarına davranmadan önce kasabayı saran ıssızlığın hakim olduğu ama herkesin bir çeşit film eleştirmenliği yaptığı şu günlerde, eleştirmenler kadar bol olmasa da ‘film teorisyenleri’ne de sık rastlıyoruz. Ve malum, sosyal bilimlerde ve dahi popüler bilimde açılacak ne kadar konu başlığı varsa hepsini de sinema teorisine uyarlamak mümkün: feminist okumalar, postkolonyal okumalar, psikanalatik okumalar, kuir parçalamalar, kuantumsal yaklaşımlar filan derken aslında ortalık film teorisi kuramından geçilmiyor.
Teorisyen değil, teorinin kullanıcısı
Ayrıntı Yayınlar’ından çıkan, Amerikalı akademisyen Robert Stam imzalı ‘Sinema Teorisi’ne Giriş’ bu kargaşada tutunacak dal arayanlara kitabın adı neyse onu vaat ediyor: Sinema teorisine doğru düzgün bir giriş. Bir giriş kitabı bir tür ilkokul öğretmenidir, kötüsüne denk gelmek geri alınamaz felaketlere yol açabilir. Stam’in kitabı, hem nereden başlayacağını bilmeyen teorisyen adayları ve sinema öğrencileri için, hem de girişle yetinecekler, üç beş kelime sinema teorisi öğrenip orada bırakacaklar için iyi bir rehber, güvenilir bir ilkokul öğretmeni. Hali hazırda fazlasını bilenler içinse, yeniden düşünmek için güzel bir fırsat. Kendini bir teorisyen değil teorinin kullanıcısı, teori ile muhatap olan biri olarak gören yazarının ifadesiyle, sinema teorisine ilişkin bir çeşit ‘kullanıcı kılavuzu.’ (Oysa, iyi bir teorisyen, teori ile iyi bir diyaloğa giren birinden başka nedir ki?)
Stam, biraz Alman ekolünü düşündürecek şekilde, sinemanın küçümsemeyle ya da karışık hislerle karşılandığı erken dönemden, hatta sinema teorisinin öncüllerinden, Aristoteles’in ‘Poetika’sından, Platon’un mağara alegorisinden bu yana, sinemayı anlamaya çalışan kuramların izini sürüyor. ‘Okuması olmayanlar için edebiyat’ olarak ortaya çıkan bu sanatın hem başka sanatlarla ilişkilerini, hem de sanat olarak hâlâ tartışılan konumunu sorgulamaya gayret ediyor.
Kitabı güvenilir ve faydalı bir başlangıç noktası kılan en önemli nokta ise, içinde bulunduğumuz dünyanın karmaşıklığının, dolayısıyla da teoriye egemen olması gereken çoğulculuğun farkında oluşu, hem de o çoğulculuğun rasyonel bir savunusuna soyunması. Hem Avrupalı kuramları, hem de yavaş yavaş hak ettiği yeri kaplamaya başlayan “üçüncü dünya sinemasını” tam olarak tanımlamaktan kaçındığı merkeze eşit bir mesafeden ele almaya çalışan kitap bunu başarmakta zorlansa da pes etmiyor. Her bir sistemin kendi kör noktalarını aşmak için diğer sistemlere ihtiyacı olduğu varsayımından yola çıkan kitap, bütün teorilere ‘ekümenik’ bir mesafeden yaklaşmaya çalışıyor. Zaten yazarı da kendisini her şeyden çok ‘teorik kübizmin partizanı’ olarak görüyor.
Film teorisi söz konusuyken yalnız faydalı değil kaçınılmaz olan çoğulculuk, kitabın referans dünyasını felsefe ve teorinin dünyasının sınırlarına genişletiyor, Stam’ın sıraladığı şekilde, ‘Kant ve Münsterberg, Mounier ve Bazin, Bergson ve Deleuze’, aniden söze giren Gorki’ye, Lenin’e bağlanıyor; Bakhtin ve Fredric Jameson satır aralarından pek düşmüyor. Yazar bu arada, basitçe ‘dünyanın geri kalanı sorunu’ denebilecek ve en çok postkolonyal teoride karşılık bulan meseleye de ilerletilmesi gereken bir ilk adım öneriyor: elbette sinema teorisi tarihten bağımsız olamaz ve tarih neden sonuç ilişkilerine evrilen rastlantılarla doludur. Stam, sinemanın başlangıcının psikanalizin başlangıcı, milliyetçiliğin yükselişi, tüketimin özendirilmesinin ortaya çıkışı gibi fenomenlerle üst üste gelişini hatırlatırken, tüm bu rastlantılar arasında en az çalışılan rastlantının sinemanın başlangıcının tam olarak emperyalizmin tepe noktasına denk gelişi olduğunu vurgulayıp ekliyor: Sinema sömürgeci düzenin hikâyesini sömürgecinin gözünden anlatmak için anlatısal olanla görsel olanı birleştirmiş, bu yüzden egemen sinema hep tarihin kazananları adına konuşmuştur. Sömürgecileri iyilikseverler, medeniler olarak idealize eden, sömürgeciliği. rasyonalize eden Avrupa sömürgeciliği sineması, tekelciliğiyle de, tarihi sadece kendi izleyicisi için değil dünyanın geri kalanı için de şekillendirmiştir. Bu durumun teoriyi etkilemesi kaçınılmazdır. Sonuçta sinema teorisi de, Avrupalı olmayan kültürlerin entelektüel anlamda yerlerinden edilmelerinin araçlarından biri oluverir. Ve bu durum sanki dünyanın geri kalanı marjinalmiş gibi bir yanılsamayla rasyonalize edilir. Oysa Asya ülkelerinin dünyada bir yılda üretilen filmlerin yarısını ürettiği göz önüne alınırsa anlamak zor değil: marjinal olan marjinal değildir.
Bir giriş kitabından beklenen
Stam elbette batılı referanslara sahip; Oprah Winfrey’den bahsettiği esneklikle Hindistan’ın kültürel kodlarını kullanmasını beklemek de haksızlık olur. Yine de her adımını neden attığını önce kendisine izah etmeye çalışan bir akademisyen olarak bir giriş kitabından bekleneni iyi biliyor: Buradan sonra gidilecek yolları işaret edebiliyor. İyi bir öğretmenin bazen yalnızca doğru bir yol tabelası olması gerekir. Robert Stam iyi bir öğretmen; ‘Sinema Teorisine Giriş’ de, sinema teorisinin çoğullaşması için küçük, yeni başlayan sabırlı okur için büyük bir adım.