Figen Şakacı’nın ‘Pala Hayriye’sinin öncesine denk gelen ve bir üçlemenin ilk kitabı olan ‘Bitirgen’, bir kız çocuğunun ergenliğe geçişi ve büyümesini konu ediniyor. ‘Bitirgen’, konuşacak, oynayacak kimseyi bulamayan bu kızın sırdaşı olan günlüğün adı.
KARİN KARAKAŞLI
Çocukluğun bir zırhı vardır. Korkuları savuşturan, büyüklerin acılarını oyunlaştıran mucizevi bir pelerin. Derken ergenlik denen araf gelir; ne büyüksündür tam, ne de yeterince çocuk. İşte o zaman pelerinini güveler yemeye başlar. İçine sızan iltihap, teninde iz bırakan açık yarayla tanışırsın. Böylece işte, büyümüş olursun.
Figen Şakacı’nın ‘Pala Hayriye’sinin öncesine denk gelen ve bir üçlemenin ilk kitabı olan ‘Bitirgen’, bir kız çocuğunun ergenliğe geçişi ve büyümesini konu ediniyor. ‘Bitirgen’, konuşacak, oynayacak kimseyi bulamayan bu kızın sırdaşı olan günlüğün adı. Annesi ile sürekli takışan, babasına ise aşık olan kız, en yakın arkadaşı olan bu deftere verdiği ismi de yine babasından hareketle bulmuş: “Babama Bitirgen ne demek diye sordum; meğer küçük ve şeker gibi tatlı kayısıymış. Ben de küçük ve şeker olduğum için onun Bitirgeniymişim. Ne güzel değil mi? Çok sevindim. Bence sana da çok yakıştı bu isim.”
Yalnızlık çocuklukta başlar
Çok içen, çok sevilen bir baba, devamlı didişilen bir anne, iteklendiği bir abla ve abi…Dış dünya desen, ondan beter. Oyuna dahil etmeyen arkadaşlar, dedikoducu yetişkinler…İşte bütün bunların kaydını tutuyor bir genç kız. Her özel yaşam aynı zamanda politik olduğundan, bir dönemin ağır siyaseti de bir kız çocuğunun gözünden incelikle işleniyor. Dönem 80 darbesi öncesi ve darbe sonrasının sokağa çıkma yasaklı, olağanüstü halli günleri. Bu dünyada Bitirgen ve babası dışında tek sevdiği insan Müjde Ablası da dönemin vahşetine kurban gidiyor. Kızın gözünden yaşananların aktarımı hepimizi o günlere geri ışınlayacak güçte: “Beni Müjde ablamın cenazesine götürmeyecekler galiba, Müjde ablamı da askerler mi vurdu diye sordum. Apartman kapısının önünde dedim diye abim böğrüme bir tekme koydu, içeri çekti beni… Bir daha dışarıda böyle anırırsan seni de ben vururum dedi… Müjde ablanın cenazesi öğlen kalkacakmış, Bedia teyze, cenazede olay çıkabilirmiş, gitmeyelim, duasını yollayalım, bakalım Allah kabul edecek mi dedi. Allah’ın seni kabul ettiğini nerden biliyorsun Bedia teyze dedim diye kafama bir tane patlattı, eli de çok ağırdı.”
İroniye kim karşı koyabilir?
Figen Şakacı yalın ve ironik dille bu kızı hayatımızın orta yerine bırakıyor. Kızın dürüstlüğünde, samimiyetinde okuru kendi ilk gençlik yıllarına ve ruhta açılan ilk gediklere götüren bir güç var. Annesinin kendisine kızarken söylediği azarları özel bir dil olarak aktaran kızın gözünden büyüklerin anlaşılmaz dünyası kimi zaman bizleri güldürecek absürtlüklere varıyor. Tam şu örnekte olduğu gibi: “Peki beni ne zaman biri sevecek Allahım? Her şeyi Allah’a sorma dedi geçen gün Soner abi. Kendi aklın yok mu, dedi, ben de var ama Allah daha büyük, sence de öyle değil mi deyince, bizim Allahımız Lenin’dir dedi. O kim diye sordum, sonra anlatırım dedi. Meraktan çatladım. Eve gelince yukarı çıkmadan hemen Özkan amcaların kapısını çaldım; Özkan amca senin Allahının adı ne dedim? Bir sürü var, hangisini soruyorsun dedi. Sinir oldum, yukarı çıktım; abimi görünce de sen niye hiç Lenin’e şükretmedin dedim ve tokadı yedim.”
Hatırlamaya cesaretiniz var mı?
Bülent Abi ve öğretmeni Fırat Bey’e platonik aşk besleyen kızın her iki örnekte birbirine taban tabana zıt yaşadığı deneyimler masumiyet ile istismara çarpıcı birer örnek. Akrabaların, komşuların iki yüzlü tavırları bu kızın doğruculuğuyla çarpıştığı anda unufak oluyor. Alkolik babası hastaneye yatınca sığıntı gibi yaşamak zorunda kaldığı komşu evinde de, hepsi travma sebebi ağır şeyler yaşarken de yanından hiç ayırmadığı Bitirgen’i ile dünyanın kötülüğüne, gaddarlığına karşı koyuyor azimle.
Uzun hikâyenin sonundaki iki ayrı bölümde ise öteden beri yazar olmak isteyen kızı, babası ve annesi ile geçmişe dönük güzel hatıraların ortasında buluyoruz. Şakacı’nın şiirsel bir dil ve sinematografik bir kurgu yarattığı bu bölümler, belleğe kaydedilmiş anı fotoğraflarının gücünü kanıtlar nitelikte. Her şey akıp gittiğinde geriye kalan sevgi tortusunun anlatıldığı bu iki bölüm de tıpkı uzun hikâyede olduğu üzere okuru kendi hayatının kareleri ile yüzleşmeye davet ediyor usul usul. Anneyle bir ceviz ağacının altında ağız dolusu gülünen, babayla da müskat ayıklanan günü anlatıyor bize. Şimdi artık yazar olmuşluğun edebi diliyle sesleniyor genç kadın: “Şimdi ne tuhaf, ne hoş, ne çabucak, ne boş bir kelime. Baba gibi iki hece, ağızda dağılıveren, yutkunurken unutulan daha. Tıpkı sen müskat, tıpkı sen. Küçücük ellerimde yarılan dağ, heybeti kadar hükmedemeyen heyula! Tıpkı babam, tıpkı kabuk, tıpkı o gizli bulut…”
Figen Şakacı ‘Bitirgen’ eşliğinde çocukluğumuza buyur ediyor hepimizi. Hatırlayışın zorlu eşiğinden geçmeye cesaret edenleri, kendi hikâyeleri de bekliyor olacak.