‘Devleti bu şekliyle kabul ederek cumhurbaşkanı adayı olamazdım’

HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, yıllardır resmi devlet politikaları ile mücadele etmiş kimliğiyle sıradışı bir Cumhurbaşkanı adayı. Kendisiyle devleti sorguladığı noktalar, barış süreci ve HDP’nin yapı ve işlevine ilişkin söyleştik.

Fotoğraf: UYGAR GÜLTEKİN

KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

  • Yayımladığınız ‘Yeni Yaşam Çağrısı’nda değinilmedik hiçbir halk, grup, kesim kalmadı. Etnik ve dini gruplar açısından bakıldığında Türkler, Kürtler, Araplar, Lazlar, Çerkesler diye giden silsilede ilk kez Türkler ve Kürtlerden sonra Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de yer aldı. Böylesi bir Türkiye tahayyülünde siz gayrimüslim azınlıkları nasıl bir Türkiye’de görüyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, maalesef resmi tarihimizde anlatıldığı kadar anlı şanlı bir mücadele ile olmuyor. Kanlı bir tarih üzerine inşa ediliyor. Tekçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, mezhepçilik üzerine inşa edilmiş ulus ve onun devleti diğer kimlikleri yok etmeye çalışmasaydı, devlet bu haliyle var olmayacaktı. Bir anlamda devletin varlığı bütün halkların feda edilmesi üzerine kuruldu. Ve ben şimdi bu devletin cumhurbaşkanı adayıyım. Ama devleti bu şekliyle kabul ederek cumhurbaşkanı adayı olamazdım. Devleti sorgulayan, devleti bu temeller üzerine inşa eden zihniyeti teşhir eden bir adaylığım olmasaydı, geldiğim mücadele geleneğine ve beni destekleyen gruplara haksızlık yapmış olurdum. O nedenle her etnik kimliğin, her inancın, her mezhebin, geçmişinde soykırım, katliam, sürgün işkence de olsa, o kimlik yok edilmiş de olsa, bu toprakların asli unsurları, asıl sahipleri olduğunu bilince çıkarmak gerekir. Bu topraklar Türk etnik kimliğinin tek başına toprağı değil, hepimizin ortak ana vatanıdır.

  • Geçmişte Kürt siyasi hareketinde ön plana çıkmış kimi isimlerin “Biz bu cumhuriyeti Türklerle birlikte kan dökerek kurduk. Bizler kurucu unsuruz” dediğini hatırlıyorum. Anladığım kadarıyla sizin kurucu unsur kapsamınız bir hayli geniş.  Bu noktada Hrant Dink’in “O zaman da sorarlar, kimin kanını dökmüştünüz?” sorusundan hareketle, sizin de önünüze gelecek olan resmi tarihin en zorlandığı 1915’e ilişkin görüşlerinizi sormak isterim. Siz bu tarihle nasıl başa çıkacaksınız?

'Beni cumhurbaşkanı seçmek isteyen herkes bilmeli ki, ben 1915’te Ermeni halkına yapılanı soykırım olarak tanımlıyorum ve her yıl 24 Nisan’da cumhurbaşkanı olarak açıklama yapmam gerektiğinde Ermeni halkına yapılan soykırımı hatırlatırım.'

Ben bir insan hakları savunucusuyum. Uzun yıllar insan hakları avukatlığı yaptım. Sekiz yıldır da siyasetteyim. Öğrenciyken de siyasetle uğraştım ve bu süreçte hep Ermeni halkına yapılanı soykırım olarak gördüm ve tanımladım. Hem sözlü tarihten, hem gayrıresmi tarihten benim çıkarımım budur. Kişisel olarak da görüşüm budur. Cumhurbaşkanı olursam bu görüşüm değişmez. Ermeni halkına 1915’te yapılan sistematik bir soykırımdır, yok etme politikasıdır ve Türk ulus-devlet inşasında önemli bir aşamadır. Sonra Kürtlere ve başka etnik kimliklere de o kadar ağır olmasa da benzer politikalar uygulanmıştır. Beni cumhurbaşkanı seçmek isteyen herkes bilmeli ki, ben 1915’te Ermeni halkına yapılanı soykırım olarak tanımlıyorum ve her yıl 24 Nisan’da cumhurbaşkanı olarak açıklama yapmam gerektiğinde Ermeni halkına yapılan soykırımı hatırlatırım. Bunu da Türk milletinin, Türk halkının bir suçu olarak ifade etmem. O dönemin ve devam eden yönetimlerin mahkûm edilmesi gereken bir anlayışını, İttihat Terakki’nin bir zihniyetini, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak taşımak zorunda olmadığımı ilan eder ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin de resmi olarak soykırımla yüzleşmesi, sadece Ermeni halkına değil, zulüm görmüş bütün halklara karşı devlet adına özür dileme ve yüzleşme dahil olmak üzere gereğini yapmasını savunurum.

  • Bu acılı tarihin içinde aynı zamanda kimi Kürt aşiretlerinin de rolü olduğunu biliyoruz. Kürt siyasi hareketinin bu sorumlulukla ilgili nasıl bir yüzleşme yaşadığını düşünüyorsunuz? Yeterli mi sizce?

Değil tabii ki… Kürt siyasi hareketi şu anda egemen iktidar güç değil. O zaman da egemen iktidar güç değildi, karar verici güç değildi. Dolayısıyla şu anda en azından resmi olarak bu özrü ve yüzleşmeyi ilk olarak gerçekleştirmesi gereken halihazırdaki resmi devlettir. O dönemki Kürt aşiretlerinin bu konudaki payları, suçları, günahları neyse, bunları da korkmadan, başka da bir kaygıya düşmeden, hesaplaşma ve yüzleşmenin yaşanması gerekir. Bu yaşandığı oranda Türkiye’de rahatlama olur, kardeşlik ve eşitlik duyguları gelişir. Bu konuda sadece Türklerin ve Kürtlerin çaba sarf etmesi de yetmiyor; Ermenilerin de bütün halkların da çaba sarf etmesi lazım; çünkü hemen bundan sonra bu cümleyi kurmam yanlış anlaşılmasın ama özellikle Ermeni davası ile Ermeni halkının acıları ile yüzleşme derdi olmayan uluslararası sermaye gruplarının, kendi aramızdaki çelişki, sıkıntı ve sorunları, halkları ve kimlikleri birbirine düşürme konusunda istismar ettiklerini  düşünüyorum.

  • KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın Ermeni, Rum, Yahudi lobileri sözleri bir tartışmayı da beraberinde getirmişti. Şimdi siz bunların uluslararası olduğunu söylüyorsunuz. Kimdir bu sermaye grupları?

Londra, Şikago, ABD, İsrail, Ankara merkezli sermayedir. Ermeni, Kürt, Türk halkları bir araya gelmesin, birlikte mücadele etmesin diye, her birimizin ayrı yerde kalarak parçalanmışlık içerisinde birbirine düşmanlık ve kinle baksın diye çaba sarf eden gruplar var. Daha önce ‘Ermeni lobisi’ diye bazı tartışmalarda yansıdığı için altını çizerek belirtiyorum. O lobinin başında Ermeni var mıdır yok mudur bilmiyorum, belki de Kürttür. Bu beni çok ilgilendiren bir şey değil, çünkü bir etnik lobiden söz etmiyorum. Tam da bu halkların kendi öz gücü ve öz yönetimi ile barış içerisinde kurmalarını engellemeye dönük bir emperyal müdahaleden söz ediyorum. Örneğin biz Kürt sorununda barışa doğru yaklaştığımız her zaman provokasyonlar olur, bombalar patlar, suikastlar olur, süreçler bozulur. Ermeni meselesinde de buna herkesin dikkat etmesi lazım.

  • Bese Hozat’ın açıklamaları üzerine çıkan tartışmalar sırasında lobi sözcüğünün Yahudi, Rum, Ermeni adlandırması ile yan yana geldiğinde, bunun bize devlet politikalarını hatırlattığını söyleyen yayınlar yaptığımızda, sizin de şahsen Agos gazetesine serzenişleriniz olmuştu…

O bir yanlış anlaşılmaya yol açabilecek ifade biçimiydi. Ben de lobinin bir etnik, siyasi kimlikle, aidiyetle birlikte anılmasının Türkiye gibi kirlenmiş siyasetin olduğu bir ortamda çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamaları önlemek için halklar arası güven, ilişki ve temas daha fazla olmalı. Birbirimize uzak durmamalıyız. Bir arada durdukça, kurumsal, insani, siyasi ilişki geliştirdikçe bu tür provokasyonlar boşa çıkar. Yoksa provokatörleri ismi, cismi ile teşhir etmek bazen imkânsızdır.

  • Yine bu karşılıklı güven noktasında, Türkler ve Kürtlerin etnik olarak ayrı dururken Sünni İslam üzerinden ortaklaşmaları ve buna referans veren Abdullah Öcalan’ın Newroz konuşması var. Gayrimüslim azınlıklar açısından böylesi bir yakınlaşma tercihi, yine devlet politikalarını fazlasıyla anımsatıyor.

Evet, bu yönüyle o mektup çok tartışıldı. Ben bu konuda çok kısa bir şey söyleyeyim. Birincisi, o, önemli ölçüde, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte belli bir süreci başlatmak için varılmış bir mutabakatın metniydi. Buradan o cümle doğrudan kendisine ait mi, değil mi sorgulaması da yapılabilir. İkincisi metinde kullanılan, ‘Bin yıllık İslam bayrağı altında yeniden birleşelim’ minvalli ifadeden öte, aynı paragrafın içinde ve sonrasında şunlar vardı: ‘Bin yıldır bizi İslam bayrağı altında bir arada tutan şey, katliamlar, sürgünler, başka kimlik ve inançların yok sayılması üzerine inşa edildi. Bundan sonra bu hataları tekrarlamadan devam etmemiz lazım.’ O mektubun şekillenme aşamasını da bilen biri olarak söylüyorum ki, belki devletin yansıtmak istediği, evet ‘İslam bayrağı altında buluşalım ve hiçbir şey olmamış gibi davranalım’, şeklindedir ama karşılıklı tartışmalarla, “Hayır, her şeyi doğru yapmadık, birlikte bundan sonra da geçmiş hataları tekrarlamamalıyız mesajını vermeliyiz” tartışmaları sonrasında o paragraf son halini almıştır. Yine de belki derdini tam ifade edemeyen bir paragraf olmasının nedeni, ortak düşünceyi yansıtmaya çalışan bir paragraf olmasındandır. Tek bir kişinin kendi düşüncesini yansıtan bir paragraf olsaydı, daha net ifade edilebilirdi.

‘Barış süreci bundan sonra kurumsallaşacak’

  •  Yerel seçimler sırasında çıkan tartışmalarda, eşbaşkanı olduğunuz HDP’nin, bir yanıyla Kürt siyasi hareketinin alışılageldik etnik politikasına mesafelendiği yönünde bir eleştiri, öbür taraftan da partinin Türkiyelileşemediği yönünde tersi bir eleştiri yöneltildi. Türk toplumu kendini HDP’ye ne zaman yakın hisseder?

Bu Türkiyelileşme kavramı çok dejenere oldu diye düşünüyorum. Çünkü devlet eliti, Türk devlet siyaset yapma biçimine yaklaştıkça Türkiyelileşmiş olursunuz gibi bir dayatmada bulunuyor. Oysa bizim kast ettiğimiz, Türkiye’nin HDP’lileşmesidir. Yani Türkiye’nin HDP gibi çok sesli, çok dilli, çok kültürlü bir toplum ve devlet siyaseti yapma biçimine kavuşmasıdır. Cumhurbaşkanlığı adaylığım bu konuda birçok önkabulü, önyargıyı kırdı; birçok ezberi bozdu. Kürt birinin, inkâr edilen bir kimliğin mücadele ile şekillenip cumhurbaşkanı adayı olması ve o kimlik etrafında Türk ezilen sınıfları dahil, bütün ezilenlerin kendini ifade etmesi, “Koltuk devletin değil halkın ortak malıdır” demesi, bence şu anda devleti en çok korkutan anlayış.

  •  Hem mücadele tarihi açısından, hem de politik bir aktör olarak barış süreci sırasında Başbakan’la eş konumda Abdullah Öcalan’ı gördük. Bir yanıyla bir lider, bir tek adamlık, diğer yandan HDP’nin arayışları var. Bunların birbiri ile ilişkisi nasıl olacak?

Başbakan şu anda resmi olarak devletin, hükümetin temsilcisidir. Abdullah Öcalan da Kürt halkının bu mücadelesinin önder olarak çıkardığı ve kabul ettiği bir kişiliktir ve şu anda cezaevinde hükümlüdür. Başbakan da, Öcalan da kendi temsil ettikleri mecranın etkili aktörleridir. Etkili aktör olmak çözüm konusunda bazen kolaylaştırıcı olur. Bazen de Başbakan’ın konumunda olduğu gibi zorlaştırıcı olur. Başbakan’ın kendi içinde devlete hâkim olma durumu bazen ilerleme konusunda kolaylaştırıcı olurken, Başbakan’ın keyfine ya da kendi gündemine bağlı bir sürece dönüştüğü için de tehlikeli olur. O nedenle bunun kişiler arası bir müzakere süreci olmaktan çıkması lazım. HDP burada önemli bir aktör ve faktördür. Bir müzakere yasası çıktı ve bunun yasalarını çıkarmak konusunda artık tarafların heyetler halinde görüşme yapması gerekecek. Bu Abdullah Öcalan’la Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeden çıkıp kurumsal bir görüşmeye dönüşecek. Bence artık müzakerenin mağdurlar tarafında sadece Kürtlerin değil, bütün ezilenlerin temsilcisi olmalı ve devletle hep birlikte müzakere edilmeli. İşte HDP’nin ortaya çıkardığı siyaset yapma biçimi bunu kolaylaştırabilir. HDP güçlendikçe ve müzakere masasında varlığını etkinliğini arttırdıkça, aslında HDP’nin temsil ettiği bütün kesimler masaya oturmuş olacak.

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem