Pala Hayriye, salt bir roman, yani kahramanının gözüyle, ruhuyla, yaşadıklarıyla ve hissettikleriyle anlatılan bir yaşanmışlık değil, aynı zamanda içine doğulan hayatı çevreleyen ailenin, toplumun, kültürün, kimliğin damıtıldığı bir gerçekliğin parça parça bütüne vardığı eleştirel bir karşı duruş.
FUNDA DÖRTKAŞ
Bitimsiz gecelerin kısa sabahları olur. Gece, olanı biteni bütün kapsayıcılığıyla karartırken sabah, kırık dökük bir günü her kelimesinde hoyrat hayatı anlatan bir mesajla karşılar.
“O sabah ben çilek reçeli sürdüm ağrıma” der uzaklardan bir arkadaş.
Oysa ki ağrıyı geçiren tat, parmağın ucundaki hayattır aslında.
İnsan en çok kime ‘gel’ der?
Eğri büğrü cümlelerin, birbirini toparlayamayan harfleri gelip oturunca boğazın tam da orta yerine, bir gece olur bir güne döner alacakaranlık. Güneş bulutu keser, yağmur maviyi. Bazen kızıl bazen alabildiğine mavi bir sonsuzluk olur dünya. Ağaç toprağa eğilir, çiçek taşa sızar. Günlerin içinde bir gün hayat, koyu gölgesi ardında gerçekliğin, dökülüverir insanın gözlerine. Göz’ün değdiği yerde her ne varsa insan olanın yaşadığına dair, eski harap evlerin arasına gerilen iplere asılan çamaşır gibi esintiye mağlup olur bazen. Bir kolu dışarıda kalır insanın ya da paçasını kaptırır farkında olmadan kenarından kıyısından uzaklaşmaya çalıştıklarının. İnsan ‘gel’ der. En çok kendine… Bana yaklaş. Ömrün güne sığmayan yorgunluğuna inat bir dirençle ayakta durmaya çalışan isteklilik neye karşıdır. Yaşamaya? Ölmeye? Direnmeye? Durmaya? Bakmaya?
Sonra… Umulmadık anların üzerine devrildiği saatler, hayal edilen her şeyin yeri, o yeşil ülkenin en güzel şehri gibi yerleşiverir insana. Düşe kalka yol almaya çalışmak, kalbin henüz noktasını koymadığı, virgülleri peşi sıra dizdiği hiç cevap gelmeyen mektupların satırları gibidir. Hoyratlıktan, korkulardan, endişelerden, mutsuzluklardan ve konuşkan hüznün kırılan sesinin kenarına iliştirdiği çiçeklerden derilmez her zaman baharın bahçesi. O uçsuz bucaksız bahçenin ortasına yerleştirdiklerimiz, elimizle yaptığımız kanatların ucuna takılıp uçmak, uçmak, uçmak ister. Bir an esrik bir esintinin karıştığı o baş ağrıtan duygu gelir yerleşir de uzun bir yolu nefes nefese koşup boylu boyunca çimlere uzanınca hissedilen serinlik duygusu kaplar her yeri.
Kimbilir bu yüzdendir ki insan hep anlatsın ister. Biriktirdiklerini. Sabah aynaya baktığında gözüne yerleştirdiği diğerine dokunmak gibi. Bir şey olur ama. Sesiyle anlatmak istedikleri yüzünde susar. “Anlatmak istiyorum” der. “Bilmiyorum” hangi cümle takip etse birbirini, işaretler dünyadaki yerini.
Pala Hayriye, Bitirgen’den sonra çıkılan yolun, uzun uzun soluklandığı, kimi zaman ayağının altındaki taşların sertliğiyle örselendiği, hayat yolculuğunun tam ortasına gelip oturuveren sonra birlikte durup nefeslendiğiniz o “anlatmak” isteyendir işte. Kadını. Erkek dünyasının kendi yasalarının egemenliğini dayatan pervasız tavrını. Hayatı. Uğruna mücadele ettiklerini. Sürekli tek kale oynadığı maçlarda attığı gollerin ofsayttan nasıl sayılmadığını. Aşk sandıklarının inceden bir kırık gibi acıttığı canını. Ruhunun içinde saklayıp adına büyümek dedikleri hem eylemlilik hem durağanlık olan karmaşık ağa saplanıp kalanları. Evden kaçıp “bana hiç uğramaz” dediklerinin ardına düşen, hiçbir şeyi hak etmediğine inanmaya başlarken çaresizliğinden mi acemiliğinden mi bilinmez yaşadıklarıyla sınanan, günlere dolanan yavan bir o kadar da can acıtan her şeye yaralarını kapatacak bir bant gibi kendini yapıştıran, rüyaya sarılıp gerçekle yüzleşmenin o cam kırığı yalnızlığını yurt edinen bir kahraman.
Hayallerin kırıldığı yer
Pala Hayriye, salt bir roman, yani kahramanının gözüyle, ruhuyla, yaşadıklarıyla ve hissettikleriyle anlatılan bir yaşanmışlık değil, aynı zamanda içine doğulan hayatı çevreleyen ailenin, toplumun, kültürün, kimliğin damıtıldığı bir gerçekliğin parça parça bütüne vardığı eleştirel bir karşı duruş. İyilerin erken öldüğü, kötülerin namağlup devam ettiği hayatın içinde kalbi acıtan bir yalnızlık anlatısı. Arafta kalmış rüyaların makul olabilirliğini makus talihe hediye ederken elinden tutmak istediğimiz büyüyen bir kız çocuğu. “Her şeyin bir hayal, hayalin her şey olduğunu” ruhuyla anlamaya çalışırken “bir karanlık bir aydınlık” devam eden hayatında kendini konuşan, kendini susan, çiçek açmak isterken zamansız yağmurlara yakalanan bir kadın Pala Hayriye.
Çıktığı sahnenin ortasında rolünü hakkıyla oynayan bir oyuncunun beklediği en güzel şey alkışsa, Pala Hayriye’nin hayattan, insanlardan, mücadelesinden, aşktan umduğu, o alkış sesinin boşluktaki yankısının küçük parçası. Sahnesinin kendince bölümlere ayırdığı yaşanmışlıklarını betimleyen, birbirine eklemlenen bazı parçaları öyküsünün kenarında kalıp merkezindeki yoğunluğa yaklaşamasa da örselendiği eksiklik duygusu kaybetmeye mahkum olmayacak bir topal inada eklemleniyor. Sırf bu yüzden bile Pala Hayriye, umutsuz bir güne uyanırken, içindeki umudu küçük mutluluklara anahtar olur diye ayakta tutuyor.