Çözüm süreci dinamizminin tazelenmesi bakımından hem Diyarbakır'da yapılan Çalıştay hem de altı maddelik paket olumlu sonuçlar yarattı. Öte yandan tüm bu gelişmeler eleştiriden münezzeh de değil.
ESRA ELMAS*
esra.elmas@bilgi.edu.tr
Son bir yıldır park etmiş olan çözüm sürecinde yeni gelişmelerin yaşandığı günlerden geçiyoruz. Gezi Olayları, 17 Aralık, 25 Aralık süreçleri ve seçim gündemiyle siyasi alanın bir gerilim alanına ve toplumsal kutuplaşmanın da hat safhaya ulaştığı bir atmosferde, geçtiğimiz ay 6 Haziran’da önce AK Parti Genel Merkezi AR-GE Başkanlığınca Diyarbakır’da düzenlenen 'Yeni Türkiye'nin Açılan Kilidi: Çözüm Süreci Çalıştayı” geldi ve bunu geçtiğimiz hafta açıklanan altı maddelik yeni çözüm süreci paketi izledi.
Çalıştaya katılan akademisyenlerin ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin pek çoğunun çeşitli mecralarda ifade ettiği gibi, çözüm süreci dinamizminin tazelenmesi bakımından hem çalıştay hem de altı maddelik paket olumlu sonuçlar yarattı. Zira toplumun sürecin devamını bekleyen kesimlerinin, on dokuz aylık çatışmasızlık dönemi ve ölümlerin durması konusunda yaşadığı memnuniyet, konunun siyaset gündeminin arka planına itilmesi, bölgede inşaatı devam eden kalekollar, çocuklarının dağa çıkmasını protesto eden aileler ve Lice olayları gibi gelişmeler nedeniyle memnuniyetsizliğe evrilmiş; bu durumun özellikle hükümetin “oyalama strateji”nin ispatı olduğu fikri hakim hale gelmişti. Abdullah Öcalan’ın sürecin devamına dair umudun kuvvetle sürdüğüne yönelik açıklamaları ve ardından hükümetin attığı adımlar halihazırda tarafların sürecin devamına yönelik irade gösterdiğini söylüyor. Öte yandan tüm bu gelişmeler eleştiriden münezzeh de değil.
Tam bu noktada bir not düşelim: Son bir yılda siyasi kutuplaşma ve taraftarlaşma sadece siyasetçilerin değil sıradan gündelik hayat aktörlerinin de dilini öylesine belirler hale geldi ki eleştirinin bir katkı olduğu unutuldu; eleştiri hem muhatabının hem de yapanının elinde “stratejik bir araca” dönüştü. Öte yandan nicedir başlığını “Kürt meselesi” diye attığımız ve devletin inkar, asimilasyon, bastırma ve şiddet üzerine kurulu geleneksel bakış açısının son on yıldır değişmekte olduğu gerçeğini, konuya ilişkin Türkiye’de artık siyasi bir çözüm ihtiyacının var olduğunu, Türkleri de içine alarak bu ihtiyacın toplumsallaştığını ve atılan adımların hakkını teslim etmek ve eksikleri eleştirmek hakkına sonuna kadar sahip olduğumuzu hatırlamalıyız.
Dilin işlevi
Dolayısıyla sürecin başından bu yana atılan adımları isimlendirirken yapılan seçimlerle başlayabiliriz. Çözüm süreci, demokratikleşme süreci, barış süreci, derken milli birlik ve kardeşlik projesi şeklini alan sürecin bu yeni altı maddelik paketine de “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine dair kanun tasarısı” adı verildi. Çatışma çözümü süreçlerinde dilin oldukça mühim bir işlevi var. Zira isim vermek yorum yapmak demek. Hele ki uzun yıllar konuyu bir güvenlik meselesi olarak ele almış ve yaygın medyasının da muazzam katkısıyla her Kürd’ü terörist olarak görme eğiliminde olmuş bir toplumsal hafızaya sahip Türkiye gibi ülkelerde bu dil daha da önemli hale geliyor. Dolayısıyla “eve dönüş, hayata dönüş, siyasete dönüş” gibi normalleşmeye ve çatışmanın çözülmesine yönelik adımların terör/terörist gibi negatif ifadelerle adlandırılması amaca hizmet etmiyor. Hükümeti destekleyen çevrelerden gelen açıklamalar ise pragmatik ve ilkesel olarak benimsenmesi kolay olmasa da sonuç almaya yönelik bir mantığa tekabül ediyor. Buna göre uzun yıllar milliyetçi, devletçi söylemleri tüketen ve zihniyet dünyası bu türlü şekillenen kitlelerin tepksilelliğini ya da direncini kırmada bu dilin pozitif bir fonksiyonu var. Zira milliyetçi asabiye bu şekilde yumuşatılıyor ve başbakana duyulan güvenle yol alınabiliyor.
Siyasi çıkar
Gelelim eleştiriye muhtaç bir diğer noktaya. Geçtiğimiz hafta da sıkça dillendirildiği gibi hükümetin sürece ilişkin adımları genellikle siyasi çıkarına hizmet etme ve bugün olduğu gibi seçim yatırımına dönüşme seyri izliyor. Bu haklı bir eleştiri; öte yandan bir siyasi iktidarın siyasi çıkar gözetmeksizin hareket etmesi de gerçekçi değil. Zira bu aynı zamanda, bugün başbakan Erdoğan’ı dini siyasallaştırması noktasında eleştirenlerin, ondan kendi çıkarını ve faydasını gözetmeyen peygamberlik alametleri göstermesini beklediklerine işaret ediyor. Barışa destek olan kimi kesimlerin demokratik değerler, insan hakları ve adaletin tesis edilmesi gibi referanslara değil de ümmet olmaya, müslümanlığa ve ekonomik kalkınmaya işaret etmeleri de aynı tür bir tepkiyle karşılanıyor. Buna göre demokratik değerleri sindirmemiş ve öncelikle kendi çıkarını gözeten bir anlayışla ulaşılacak bir barış asla “hayal edilen barış” olamaz. Öte yandan bu eleştirileri zekası kısır bir sarkazmla küçümsemek de mümkün değil. Zira barış ve demokratikleşme pragmatizme ve siyasi çıkara indirgenemeyecek kadar önemli ve bugünümüzü olduğu kadar yarınımızı da şekillendiren bir mesele. Uzun lafın kısası siyasi iktidarın siyasi çıkarını kollamak kadar kümülatif bir süreç olarak bundan on yıl sonrasının demokratikleşmesine katkı sunma sorumluluğu da var.
Siyasi iktidarın sorumluluk alanı dışında biz sıradan toplumsal aktörlerin ise siyaseti bir ahlak meselesi gibi algılama tehlikesinden kaçınmamız elzem. Zira bu barışı kimileri yıllardır acıyla sınanmış insanların acısını bağrında hissederek, kimisi Kürtlere yeterince hak vermeyerek ama ’yeter ki çocuklar ölmesin’ diyerek, kimisi ise ‘barış gelirse daha çok ticaret yapar para kazanırım’ diyerek talep edecek ve bunların her biri çözüme giden yolda bir diğerinden daha az önemli değil. Kafalarımızın gerisinde barışı ahlaki ve zihni olarak tam anlamıyla aydınlanmış, püru paklakmış bir “üstün insan” işi olarak görme ve kutsallaştırma eğilimi ve bunun gerisindeki totaliter mantık belki de uzun vadede bu sürecin önündeki en büyük engellerden biri.
Yasal çerçeve
Bu noktada farklı ihtilaf örnekleri dünyaya inmemize ve biricikleştirdiğimiz sorunlarımıza daha geniş bir açıyla bakmamıza yardımcı olabilir. İrlanda, Güney Afrika, Filipinler, Kolombiya ve Bask deneyimleri ve bu deneyimlerin çatışma çözümü konusunda sunduğu bilgi birikiminden faydalanmamızın önünde hiçbir engel yok. Bu çatışma alanlarında çalışan pek çok uzmanın uzun zamandır ifade ettiği gibi Türkiye’de devam etmekte olan sürecin yasal bir çerçeveye kavuşması artık ertelenemeyecek bir şarttı. Kanunlaşırsa altı maddelik bu tasarı, her ne kadar 4. Maddesine dair haklı tartışmalar sürse de, sürecin yasal olarak güvence altına alınmasını sağlayacak gibi görünüyor ve bu bundan sonra atılacak adımlar açısından da umut verici. Uluslararası örneklerin tecrübeleri bu adımı kuvvetlendirecek ve sürecin tökezlese de al aşağı olmasını engelleyecek olmazsa olmazlar arasına tarafların üzerinde anlaştıkları bir yol haritasının yapılıp uygulanmasına ve yansız bir üçüncü tarafın kolaylaştırıcılığına dikkat çekiyor.
Okuyucuya Not: Konuya ilişkin daha fazla bilgi sahip olmak isteyenler, çatışma çözümü konusunda çalışan Londra merkezli sivil toplum kuruluşu Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün Türkiye ve dünya örneklerine ilişkin kapsamlı ve karşılaştırmalı çalışmalarına www.democraticprogress.org adresinden Türkçe ve İngilizce olarak ulaşabilirler.
*İstanbul Bilgi Üniversitesi, Araştırma Görevlisi