Lora Sarı, belki de kariyerinin en iyi yılını geçiren Matthew McConaughey’nin soyadı kadar ilginç kariyerini yazdı.
True Detective'deki Rust Cohle rolüyle iyice şaşırdık
LORA SARI
sarilora@gmail.com
Matthew McConaughey, sanırım bu yıl hakkında en fazla konuşulan aktör oldu. Tabii, onun hakkında konuşmak, muazzam bir problemi de (en azından benim için) beraberinde getirdi; adını asla telaffuz edememek: ‘Matthew Mekbilmemne’ diye ismini söylemeye gayret ederken, tam ortasında sürekli kestirip attım. Bu yılki Oscarlarda, ‘Dallas Buyers Club ile ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü almasaydı, muhtemelen daha bir süre soyadının ‘Mek-kon-a-hey’ olarak telaffuz edildiğini de öğrenemeyecektim. Asıl merak ettiğim, 20 yıldır bu işin içinde olan, üstelik çıkışını da ‘Dazed and Confused’ gibi kült bir filmle yapan Mekkonahey’in adını neden hiç söyleyemedik? Bu soruyu yanıtlayabilmek için bir başka soru yönelteceğim: “Bu adama neler olmuş böyle?”
En iyisi en başa, değişimin başladığı, en azından başladığını düşündüğümüz yere dönelim. Mekkonahey, 2013 yapımı ‘Dallas Buyers Club’taki AIDS hastası Ron Woodroof rolü için yaklaşık 20 kilo vermişti. Uzunca bir süre, filmin başrolünde ‘şu romantik komedi filmlerinden tanıdığım Matthew Mekbilmemne’nin oynadığını bilmeme rağmen, afişteki adamın kim olduğunu çıkaramadım. Sadece 20 kilo verdiği için değil, onu bu tarz bir filmin içinde hayal etmek de zor olduğundan. Hakkını vermek lazım ki, Akademi zaten verdi, Mekbilmemne filmde inanılmaz iyi oynuyor. Filmi izlemeden önce Mekbilmemne diye ismini geçiştiriyor olmayı zerre umursamazken – zaten muhtemelen ismini en son 2002’de söylemeye çalışmıştım - filmden sonra her türlü mecliste ondan laf açtığım için, içime dert olmaya başladı bu isim meselesi.
‘The Wolf of Wall Street’teki cameo denebilecek kısa rolüyle bir kez daha şaşırttı beni Mekkonahey; Wall Street’e henüz adım atan, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jordan Belfort karakterinin bir nevi yol göstericisi, ona kendisi gibi ‘kurt’ olabilmenin reçetesini yazan alkolik, kokain ve seks bağımlısı broker Mark Hannah rolündeydi. Hannah’nın, Belfort’la yemek masasındayken tutturduğu, savaş narasını andıran ritim herhalde filmi izleyen herkesin aklına kazınmıştır. Hannah, bir yandan göğsüne yumruğuyla vururken, aynı anda ritimle ahenk içindeki tatlı melodiyi mırıldanıyordu. Burada şaşırtıcı olan ise, bu ‘nara’nın aslında, Mekkonahey’in sahne çekimlerden önce rahatlamak veya sesini açmak için kullandığı bir teknik olması. Çekimler esnasında, DiCaprio bu tekniği görüyor ve bir şekilde Mekkonahey’in bu sıradışı ritüelinin filme dâhil olması için öneride bulunuyor. Diyeceğim o ki, DiCaprio’nun bile önceden görmediği ve görür görmez etkilendiği, kendinize has bir ses açma/rahatlama tekniğine sahip bir aktör varsa ve biz onu hafife almışsak, yazıklar olsun bize.
Daha fazla şaşıramam dediğim noktada HBO’nun bu yıl ve önümüzdeki yıllarda da adından fazlasıyla söz ettirecek dizisi ‘True Detective’ çıktı karşıma. Mekkonahey, hâlâ izlemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz diyerek yetineceğim bu dizinin başrollerini Woody Harrelson’la paylaştı paylaşmasına ancak, bana kalırsa hikâyenin, dolayısıyla seyircinin ilgisi kesintisiz, Mekkonahey’in oynadığı Rust Cohle rolünün üzerindeydi. Cohle; Teksaslı, arkasında yıkılmış bir aile bırakan, narkotik için ‘gizli’ görevdeyken kullandığı uyuşturucuların beyninde ciddi hasarlara yol açtığı, nihilizmin koynunda hepimizi varoluşsal kaygılara sürükleyen ama takıntı derecesinde işine bağlı olan bir polisti ve biz ona hayran kaldık. Ve işte, tüm bu hayranlığın zihnimi bulandırmaya başladığı zamanlarda kendimi ‘bu adama neler olmuş böyle’ diye düşünürken buldum.
‘Bu adama ne olmuş’ sorusunu yanıtlayabilmek için Mekkonahey’in filmografisini elden geçirdiğinizde, ağırlıklı olarak iki tür filmle karşılaşıyorsunuz; romantik-komediler ve polisiyeler. Romantik-komedilerde rol alması malum yakışıklılığından, polisiyeler ise Teksaslı yani güneyli aksanından kaynaklanıyor olabilir (Amerikan polisiye filmleri, genellikle ABD’nin güney eyaletlerinde geçiyor.) Bu her iki türden filmlerin arasında, iyi olanları da var, kötüleri de. Ama en can alıcı nokta, Mekkonahey’in neredeyse bütün filmlerde iyi oynuyor olması. Yani aslında karşımızda, oyunculuğu inanması güç bir şekilde iyileşen, bu yönde bir değişim geçiren biri yok. Ama yine de bir şekilde bir değişimin olduğu aşikâr.
90’larda ve 2000’lerin başında Hollywood’da çekilen romantik-komedilerin ‘hafif’ filmler olduğu ve bu yüzden o filmlerde oynayan aktörlerin de ‘hafif’ oyuncular olduğu algısı epey yaygın. Bu filmler ‘hafif’ oldukları için de unutulmaya gayet yatkın. Bu dönemdeki polisiyelere gelince; onlar da, bazıları ne kadar iyi olsalar da, genellikle izlendikten birkaç hafta sonra unutuldular, sebebi de neredeyse hepsinin bir şekilde birbirine benzemesi, birbirini hatırlatması. O kadar çok birbirine benzer romantik-komedi ve polisiye çekildi ki o yıllarda, biz hepsini topyekûn unuttuk. Ama zaten bu filmlerin hatırlanmak gibi bir kaygıları yok. Hele ki, bu filmlerde rol alan aktörlerin bu filmlerle hatırlanmak gibi bir dilekleri hiç yok. Onlar için bir adım niteliği taşıyan bu filmler, ileriki hayatlarında tatlı anekdotlara vesile olacak küçük anılar demek. Peki, her yetenekli ve yakışıklı/güzel oyuncu, genç yaşta kariyerlerinin büyük atlayışlarını yaparken, arada gelgitli yarı-şöhretini bir kenara bırakırsak, Mekkonahey neden, adını aklımıza mıh gibi kazıyacak türden bir başarı için 44 yaşına kadar bekledi?
Bu yazıyı yazmaya başlarken, cevapsızlığıyla retorik bir soru olarak kalacağını düşündüğüm bu mesele, yazının son paragrafına geldiğimde dogmatik bir yanıtla benim için sonuçlandı: Matthew Mekkonahey, Oscar ödülünü havaya kaldırırken ‘Alright, alright, alright’ (tamam,tamam,tamam) diye haykırdı. Bu, onun sinemaya atıldığı film ‘Dazed and Confused’da ikide bir söylediği, meşhur sözü. Bu filmin başarısı şöyle dursun, ‘Dazed and Confused’da liseli kızlara yanaşan 20li yaşlarındaki, kafası sürekli iyi olan David Wooderson rolündeki Mekkonahey, bugün hâlâ filmin en çok alıntılanan repliklerine sahip. İlk rol ile böylesine bir başarı elde etmek, çok fazla insana nasip olmamış olabilir. Ve böyle bir başarıyı tattıktan sonra, bir ‘büyük çıkış yakalama’ hissi ortadan kaybolabilir. “Benimle aynı kuşaktan gelen oyuncuların her yıl büyük hit filmleri çıkıyor, filmleri ve kendileri dünyanın dört bir yanındaki festivallerinden ödüller alıyor, üstelik herkes onların adını harikulade bir şekilde söyleyebiliyor” diyerek başlayan bir devinimden söz ediyor olabiliriz mesela. Ya da neredeyse iki sayfayı bulan bu yazı, benim naçizane birinci dünya problemimden başka bir şey değildir ve cevabının ne olduğu da ziyadesiyle önemsizdir.
Her ne olursa olsun, Mekkonahey’in önü açık, çünkü onun filmleri akılda, çünkü onun adı belli: Matthew McConaughey.