Özge Atasel, 80’lerin efsane müzik grubu The Smiths’i yazdı: ‘Şarkıların üzerinden 10 yıllar geçmiş ve grup dağılmış olsa da, hâlâ hayatlarımızın başköşesinde oturan sıcacık bir dost oldu’
ÖZGE ATASEL
Bazı insanların hayatlarının dönüm noktalarına eşlik eden şarkıları, grupları vardır, bazı insanların ise The Smiths’i vardır. Aktif olarak yalnızca 5 yıl birlikte çalan The Smiths, öyle içten, öyle narin şarkılar yaptı ki, 80’ler İngilteresi’nin en ünlü alternatif rock grubu olduğu gibi, şarkıların üzerinden 10 yıllar geçmiş ve grup dağılmış olsa da, hâlâ hayatlarımızın başköşesinde oturan sıcacık bir dost oldu.
The Smiths, naifliğinin ipuçlarını ilk zamanlardan verircesine, dönemin uzun ve karmaşık müzik grubu isimlerine tepki olarak, İngiltere’nin en yaygın soyadını grup adı olarak seçerek başladı yolculuğuna. 70’lerin Pink Floyd rüzgârını arkasına alıp, kendisinden sonra İngiltere’de doğup dünyaya yayılacak birçok gruba ilham verdi Morrisey, namı diğer Moz, Johnny Marr, Andy Rourke ve Mike Joyce. Grup 1982 ile 87 arasında 4’ü yeni şarkılardan diğerleri toplamalardan oluşan dokuz albüm yaptı, en az ses getiren ilk albümleri The Smiths ile bile İngiltere listelerine ikinci sıradan girmeyi başardılar. Bu noktada kendi kişisel favorim olan Queen is Dead albümüyle ilgili birkaç kelam etmeden duramayacağım. Grubun hem acıyı anlatışını hem de politikliğini üst seviyelere çıkaran albüm, “I know it’s over” ve “There is a light that never goes out” gibi iki en büyük Smiths hitini de içinde barındırıyordu.
The Smiths’i bu kadar “bizim” yapan ise baştan beri şarkılarının merkezinde olan doğallık ve yalınlıktı. “Ben insanım ve tıpkı diğer insanlar gibi sevilmeye ihtiyacım var” diyebilmesi, en büyük korkularımızı, bizi biz yapan hüzünlerimizi bu kadar doğrudan söyleyebilmesiydi Smiths’i birçoğumuzun hayatının merkezine yerleştiren. Smiths’in bu kadar hayatlarımıza işleyebilmesindeki bir başka etken de, bizlere mutsuzum ama huzurluyum dedirtebilmesiydi. “Daha fazla kendi kendime uyanmak istemiyorum” demişlerdi bir kere, o mutsuzluğu alıp, evirip çevirip, hayatımızın başköşesine koyacaktık biz de çaresiz. “Başka bir dünya var, daha iyi bir dünya var, olmalı” diyerek de hayatın peşinden koşmayı bırakmayacaktık. En nihayetinde “Sevdiğinin yanında ölmeyi en mutlu ölüm” olarak gören insanlardık bizler. Aşka da inanırdık, dostluğa da, biliyorduk “Hikâye eskiydi ama devam edecekti.” Gerektiğinde “Sigaramızı erken bir ölüm için içerdik”, gerektiğinde “Umut yok, yara yok, yalnızca bir yanlış alarm” diyebilecek kadar sert dururduk aşkın ve hayatın karşısında.
Genelde eğlenceli müziklerin arkasından gelen, vurucu sözleriyle, müzikle dans ederken ne yapıyorum ben dedirten Smiths şarkıları, gerekli ölçüde politikliği de taşıyordu içinde. “Meat is Murder” albümüyle, politikliğini iyice dışa vuran grup, hükümete, kraliyet ailesine, eğitim sistemine ve geleneksel aile yapısına yaptığı cesur eleştirileri ve farklı duruşuyla daha da bir bizden olmuştu sanki.
Böyle güzel işler yapan bütün insanlar da olduğu gibi Smiths’in içinde de gerginlikler, kopuşlar baş göstermeye başladı sonlara doğru. Morrisey’in katı müzik anlayışı, Marr’in başkalarıyla da çalışmak istemesi, en nihayetinde çarpışan egolar grubun sonunu getirdi. Grup üyeleri her yıl en az bir kere çıkan ‘The Smiths yoksa tekrar mı bir araya gelecek?’ haberlerini sürekli yalanlarken, aslında içimizde her daim taşıdığımız “Ya eskisi gibi olmazsa?” endişelerine de su serpiyor aslında. Bırakalım ayrı kalsınlar, bize kalan şarkılar daha bir 10 yıl paylaşır hüznümüzü.
“Her şeyin henüz bitmediğine” inandığınız, bol güneşli bir yaz olsun.