Nurhak Yılmaz, Osmanlı son dönemindeki şiddet politikaları sonucunda Diyarbakır’dan ayrılmak zorunda kalan üç ailenin hikâyesini biriktiren İrlandalı fotoğraf sanatçısı Helen Sheehan’la konuştu.
NURHAK YILMAZ
nurhak@gmail.com
Nurhak Yılmaz, Osmanlı son dönemindeki şiddet politikaları sonucunda Diyarbakır’dan ayrılmak zorunda kalan üç ailenin hikâyesini biriktiren İrlandalı fotoğraf sanatçısı Helen Sheehan’la konuştu.
Diyarbakır’ın daracık küçelerinden başlayıp Beyrut’a, oradan da Avrupa’nın çeşitli kentlerine uzanan zorlu ve kederli yolculuğa tersinden başlayarak Diyarbakır’a gelen İrlandalı fotoğraf sanatçısı Helen Sheehan, Ermenilerin bir zamanlar yaşadıkları mekânlardan arta kalanları fotoğraflayarak ‘Ermeni Aile Hikâyeleri ve Kayıp Manzaralar’ adlı projeyi ortaya çıkardı. Sheehan, başlangıçta, Londra Sanat Üniversitesi’ne sunacağı doktora tezinin hazırlıkları kapsamında üç Ermeni ailenin üyeleriyle görüşüp, sürgüne gönderilen Ermenilerden kalan hikâyeleri, atalarının memleketleriyle ilişkilendiren fotoğraflar üzerinde çalışmayı hedefliyormuş. Ancak sürgün ve yok edilme hikâyelerini dinler dinlemez, onun için bu akademik kaygılar anlamını yitirmiş.
Kendisi de ‘kendi geçmişinden sürülmüş’ bir kadın olan Helen Sheehan, Londra ve Paris’te dinlediği anıları ve ‘onların’ fotoğraflarıyla doldurduğu torbasını alıp, yine ismini ilk kez Ermenilerden duyduğu Dikranagert’in yani Diyarbakır’ın yolunu tutmuş. Dinlediği hikâyelerin yaşandığı ‘kayıp diyar’a ulaşınca, o insanları da yeniden o mekânlara taşıma sorumluluğuyla karşı karşıya kalmış.
Diyarbakır Fotoğraf Amatörleri Derneği'nin (DİFAK) düzenlediği 2. Diyarbakır Fotoğraf Günleri kapsamında Diyarbakır Sanat Merkezi'nin organizasyonuyla projesinin sunumunu yapmak üzere bir kez daha Diyarbakır’a gelen Helen Sheehan’ı dinlerken hemencecik hikayenin bir parçası olmamak mümkün değildi.
-
İrlandalı bir kadının yolu Ermenilerle nerede, nasıl buluşur?
Ermenilerle ilk kez 23 yıl önce, Venedik’teki Ermeni adası San Lazzaro’da tanıştım. Güzel Sanatlar’ı bitirip, bir bursla Venedik’e gitmiştim. İngilizce öğretmenliği yaptığım San Lazzaro’da Ermenilerin hikâyeleriyle karşılaştım. Bir halkın bireyleri başka başka ülkelere dağılmıştı, bu çok trajikti. O insanlar hâlâ atalarının hikâyeleriyle yaşıyorlardı. Bana göre, soykırımdan çok önce o adada bir yaşam kuran Ermeni Mıhitarist rahipler, gelecekte yaşanacakları sezmişlerdi. İnsanlar kültürlerini yaşatmak için güvenli yerler arar; San Lazzaro da öyle bir yerdi. İzole bir ada olduğu için, kültür ve geleneklerini koruyabilmişlerdi. Çok zengin bir yaşam kültürleri vardı. Bundan çok etkilendim ve onlar için bir şeyler yapmayı düşünmeye başladım.
-
Burada sunduğunuz proje de bu düşüncenin bir meyvesi mi?
Beni Diyarbakır’a getiren, Paris’te ve Londra’da konuştuğum Ermeni ailelerin hikâyeleriydi. Üç aileyle görüştüm: Sarrafian, Zorian ve büyükbabaları 1915’te katledilen ve adını kullanmamamı istemeyen bir aile. Bu aileden görüştüğüm kadın, hâlâ çok gergin ve üzgündü.
-
Özellikle bu aileleri seçmenizin bir nedeni var mıydı?
Konuya nereden başlayacağımı bilmiyordum. Paris’teki bir gazeteye ilan verdim. İlana birkaç cevap geldi. Seta Tahan Bilezikjiyan’la Paris’te, 2010’da tanıştım. Seta, Diyarbakır’da doğan büyükbabası Boghos Sarrafian ve büyükannesi Anna Tufenkjian hakkında konuşmayı çok istiyordu.
Sarrafian ve Zorian aileleri Diyarbakır kökenli. Abdülhamid döneminde bu toprakları terk etmiş ve katliamdan kıl payı kurtulmuşlar ama sürgüne giderken, kişisel eşyalarını ve aile fotoğraflarını yanlarına alabilmişler.
Diyarbakır’ın ilk fotoğraf stüdyolarından birini açmış olan Sarrafianlar, önce Beyrut’a gitmişler. Oradan Avrupa’ya gitmek istiyorlarmış ama çok iyi Arapça bildikleri için Beyrut’ta kalmışlar ve mesleklerini bu şehirde sürdürmüşler. O dönem çektikleri fotoğraflar, kaybolmuş insanlar ve mekânların tanıkları olarak, bölgenin fotoğraf tarihindeki en özel belgeler arasında yer alıyor.
-
Yeni kuşakta sürgünün etkilerine dair izler gözlemlediniz mi?
Sürgünde yaşayan Ermeni ailelerde göze çarpan ilk şey, kapalı sosyal yapıları. Sürekli olarak geçmişlerini, geldikleri yeri düşünüyorlar. Aradan birkaç kuşak geçmiş olmasına rağmen çocuklarına nereden geldiklerini, hangi şehirden, hatta hangi köyden olduklarını anlatıyorlar. Çocuklarına nereli olduğunu sorduğunuzda, “Dikranagerdliyim” veya “İstanbulluyum” diyorlar.
-
Bu çalışmaya doktora teziniz kapsamında başlamışsınız...
Başlangıçta bir tez çalışmasıydı, ama ailelerle yaptığım görüşmeler ve daha sonra yaptığım sergiler beni o akademik yönden uzaklaştırdı. Ortaya çıkan gerçekler akademik yazımlardan çok daha önemli bir hal aldı ve beni de hikâyenin bir parçası haline getirdi. Elbette, akademik bakış açısı bana güç verdi, bu sayede konuya bir çerçeve çizebildim ve fotoğraf sanatının gereklerini yerine getirdim. Fakat bir nesne asla sadece göründüğü şey değildir. Örneğin sunumumda da fotoğrafını kullandığım avludaki o ağaç, sadece bir ağaç değildir. O ağaç bir bellek taşıyor. Ben ona bakarken, “Bu ağaç her şeyi gördü” diye düşünüyorum. Londra’da, Paris’te yaşayan aileler, onların hikâyeleri, buradaki mekânlar, benim için akademik bir çalışmadan çok daha fazla anlam ifade ediyor. Bu ailelerin hikâyeleri gerçekten çok çarpıcı. Aile tarihleri ülkelerin tarihlerine benzemez, bireysel hikâyeler de barındırırlar. Mesela o aileden biri, gittiği yere bir kolye veya bir Diyarbakır kabartması götürmüştür, bu çok önemlidir. Burada yaşayan insanlar anıları ve eşyalarıyla birlikte kaybolmuşlardı.
-
Sergi Diyarbakır’da nasıl karşılandı?
Amacım sadece Ermenilerin hikâyesini anlatmak değil. Bu coğrafya, Ermenilerin, Zazaların, Alevilerin birlikte oluşturduğu bir coğrafya; ortak bir geçmiş söz konusu. Bu yıkımı kuşaklar boyu, herkes paylaşmış ve zarar görmüş. Ben bunun içinde, Ermenilerin hikâyesini inceledim. Kürtlerin ve Ermenilerin hikâyeleri çoğu zaman iç içe geçiyor. Kürtler bu nedenle anlıyor, empati kurabiliyorlar; sergiyi gezdikten sonra kendi hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Örneğin dün sergiyi gören üç kişi kendi ninelerinin de Ermeni olduğunu anlatmaya başladı. Bu tür çalışmalar Kürtlerin, Alevilerin ve Zazaların bir şeyleri daha rahat ifade etmelerini sağlıyor. Buradaki insanlar İstanbul veya başka yerlerdeki entelektüellerden daha iyi anladılar beni, çünkü neler yaşandığının farkındalar. Ama milliyetçiler hâlâ olanları reddediyor. Örneğin burada sergiyi gezen bir ulusalcıyla konuştum. Konuya sadece tarihi yapıların yıkılması açısından baktı. Ona, sorunun tarihi yapıların yıkılması değil, bir halkın yok olması olduğunu anlatmaya çalıştım.
Siz Diyarbakır’da neler hissettiniz?
Ermeni şair Peter Balakian’ın şiirlerinde söylediği gibi, Diyarbakır acının ve güzelliğin bir arada yaşandığı bir şehir. Geçmişi, tam bir ‘şiddet tarih’i ancak Diyarbakır’ın şu anki yöneticileri yani Kürtler burada çokkültürlü bir yapı oluşturmaya çalışıyorlar. O açıdan Diyarbakır’dan umutluyum. Burada sadece Ermeniler değil, Asuriler de, Süryaniler de vardı. Diyarbakır o çokkültürlü yapısına yeniden kavuşabilir.
“Hükümet soykırımla yüzleşmeye hazır değil”
İnsanlar konuşmaya başladılar. Bellek bir kez tazelenmeye başladı. Ben bunu durdurulamaz bir güce benzetiyorum. Bir şeyi gizlemeye çalışırsanız, bir şekilde dışarı çıkar. Saklanan bir şey hakkında bir kez konuşmaya başlarsanız, yavaş yavaş geri gelmeye başlar. Çünkü yok saydığınız şey daha fazla merak uyandırır. Benim çalışmam da bunun çok küçük bir parçası, bir bellek tazeleme çalışması; birçok insanın geçmişini hatırlamasına vesile oluyor. İnsanlar ninelerini, dedelerini hatırlıyorlar. Ancak ben hükümetin bu sorunla yüzleşmeye veya bu durumu kabul etmeye hazır olduğunu düşünmüyorum. Sadece toprak ve mülkler konusunda kaygılanıyorlar; tek dertleri para. Ermeniler açısından ise gasp edilen malların geri alınması gibi bir sürü prosedür var ve biz hâlâ konunun çok başındayız. Türkiye’de bu konuda hâlâ çok büyük bir korku var. Öncelikle korkunun aşılması gerekiyor ve bu ancak konuşularak yapılabilir. Karşılaştığım birçok insan, geçmişte bu konuyu konuşmaya bile korktuğunu söylüyor. Üç yıl önce, burada evinde misafir olduğum arkadaşımla bu konuyu konuşuyorduk. Ermeni olan büyükannesi, evde temizlik yapan kadını göstererek “Susun, konuşmayın” dedi. Yerleşmiş korkular var. İstanbul ve Diyarbakır gibi büyük kentlerde insanlar bu tarz çalışmalar aracılığıyla konuşabilse de, kırsal kesimde bu çok zor. Ama umutlu olmak için sebebimiz var. Mesela, birkaç yıl öncesine kadar, Diyarbakır’a gelen Ermeniler büyük bir umutsuzluk yaşıyordu, çünkü eskiden ailelerine ait olan yerler artık onların değildi. Evleri, kiliseleri ve burada yaşadıklarına dair hiçbir iz kalmamıştı. Bu kilisenin restore edilmesiyle, insanlarda bir umut oluştu.