Yakın tarihe tarihçi perspektifiyle bakmak

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının yakın tarihine oranla daha yoğun olarak yazılması Türkiye’de hafıza anlamında önemli bir boşluk oluşturuyor. İletişim Yayınları’ndan Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın imzasıyla çıkan ‘1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi’ kitabı, bu boşluğu kapatılması adına önemli bir adım oldu. Kitabın yazarları Suavi Aydın’la 1960-80 yıllarını; Yüksel Taşkın’la ise 1980’den günümüze tarihin önemli köşe taşlarını konuştuk.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

SUAVİ AYDIN: ‘Bugünün muhalefetini 60’lara benzetmek yanlış’

- Türkiye’de yakın tarihe dair hafıza, özellikle Cumhuriyet’in erken dönemine kıyasla çok daha boş. Araştırmacılar da yakın tarihe neden ilgi duymuyorlar?

Bu büyük ölçüde 1980 darbesinin sonucudur. 1980’den sonra yeni gelen kuşaklar politikaya ilgisiz bir biçimde yetiştirilmek istendi. Bu durum yeni yetişen tarihçileri etkilediği kadar, yakın dönem tarihçilerini de okuyucusu ve ilgilisi bulunmayan bir alana dair, üstelik yazıldığında, aktörlerinin pek çoğu hayatta ve aktif olan bir dönem ele alındığı için tartışma yaratabilecek bir tarih araştırmasından uzak tuttu. Bu alan neredeyse tamamen, anı ve deneyimlerini yazıya dökme baskısı altında, daha çabuk yazan gazetecilere terk edildi.

- Bu durumun psikolojik bir yönü de var mı?

Tabii var. Çok yakın dönemler bir “tarih” gibi algılanmıyor. Daha çok birer “sorun çözme alanı” gibi görülüyor. Tarihçiler ise bu tür dönemlerin “soğumasını” beklerler. Oysa Türkiye’de böyle bir “soğuma”yı beklemek hayal. Baksanıza, bugünün siyasal tartışmaları hâlâ son Osmanlı ve ilk Cumhuriyet döneminin aktör, eylem ve fikirleri üzerinden yürütülüyor. Bu yüzden Demokrat Parti dönemi bile, dönemin belli yönlerine eğilen ciddi tarihçilik örnekleri olmakla beraber, hâlâ bütünlüklü ve soğukkanlı bir biçimde ele alınamadı. Başbakan her konuşmasında Menderes referansıyla konuşuyor, 1960 darbesini hedefe koyup siyasi prestijini ve haklılığını oralardan devşirmeye çalışıyor. Karşı taraf da öyle... Onlar da 27 Mayıs’a bir türlü darbe diyemiyorlar. Böylece kayıkçı dövüşü sürüp gidiyor... Bu karambolde soğukkanlı bir biçimde tarih yazmaya kalkışmak, pek çok tarihçinin riske alabileceği bir şey değil...

- Bahsettiğiniz gibi, 27 Mayıs benzetmelerini, hem iktidara yakın kesimden hem de karşı kesimden çok sık duyuyoruz, özellikle toplumsal hareketler özelinde. Bu benzetmeler doğru mu sizce?

Tabii ki doğru değil... Eğer kastettiğiniz 2013 Mayıs’ından bu yana yaşanan sokak muhalefeti ise, bu muhalefetin 1960 öncesi muhalefetle, muhalefet etme biçimiyle hiçbir ilişkisi yok. Ne ideolojik olarak ne de kullanılan yöntemler açısından. 1960 öncesinde toplumsal muhalefeti büyük ölçüde o zamanın CHP’si temsil ve inşa ediyor, hatta taşıyordu. Bu toplumsal muhalefet üstelik bir yanıyla askere karşı davetkârdı. Şimdi böyle bir durum yok. Tam anlamıyla belli bir parti veya hareketle özdeşleştirilebilecek bir muhalefet oluşmadığı gibi, pek çok farklı ideoloji ve çizgi sokakta yan yana gelebiliyor.

Onları sokağa çıkaran ise, 1960 öncesinde sertleşen ve otoriterleşen DP iktidarına giderek benzeme itiyadında olan bir AKP iktidarı... Bu açıdan muhalefetin değil ama iktidarın yargıya, muhalefete karşı tutumu ve otoriterleşme biçimi belli ölçülerde 1960 öncesini andırıyor aslında... Ancak iktidarın karşı çıkışları, 1960 öncesine ve 1960 darbesine benzetmekte tabii ki pragmatik bir yarar gördüğü açık. Öte yandan iktidar Türkiye toplumunun fevkalâde yatkın olduğu her şeyi komployla, yabancı parmağıyla açıklama alışkanlığına da başarıyla hitap ediyor.

- 1970’lere geldiğimizde, siyasetin Kemalizm’in etkisinin azaldığından ve mesela 1973’te Cumhuriyet’in 50. yılı kutlamalarında Mustafa Kemal imgesinin neredeyse kullanılmadığından bahsedilir. Sizce bu doğru mu?

Bu tam olarak doğru değil. 50. Yıl kutlamaları, bir ölçüde 10. yıl kutlamalarına benzetilmiştir. Fakat tema, 10. yıldan biraz daha değişiktir. Artık düşmanların yurttan kovulmasının yarattığı coşku ve gurur, zinde bir ulus yaratılması gibi temaların ya da Atatürk’ün yoktan yaratılan ulusun önüne koyduğu hedefler türünden öncelikler yoktur burada. Artık “çağdaş uygarlık” yolunda atılmış adımların, bu bağlamda yürünmüş uzun bir yolun kutlanması ve bundan ortaya çıkan gurur ön plandadır. Zaten İstanbul Boğaz Köprüsü’nün açılışı ve Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi’nin kuruluşu, bu yüzden bu törenlere denk getirilmiştir. Köprü tek başına bu anlamda gelinen noktanın bir simgesi gibidir. Somut simgeler öne çıkmaktadır, ancak bunların hepsi Atatürk figürünün gölgesindedir. Örneğin 50. Yıl Marşı, “çağdaş uygarlık” temasını vurgular ama bu hedefin Atatürk tarafından konulduğu ve Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda yüründüğü, marşta altı çizilen esas noktadır. Burada Atatürk imgesinin tabiri caizse kör göze parmak misali öne çıkarılmaması, belirli bir olgunluk seviyesinin, daha sivil bir kutlama kültürünün göstergesidir aslında.

- Bu durum ne zaman değişti?

12 Eylül’den sonra tam aksi yapıldı. Her yerde Atatürk imgesinin görünür kılınması, onun adeta bir “tapınma nesnesi” haline getirilmesi, okullarda, cezaevlerinde kışla düzeninin ikame edilmesi, daha şedit ve kararlı bir Atatürkçülüğün değil, toplumdan intikam hissinin ve askerlikte en ilkel reaksiyon olan düşmanı tedip fikrinin bir sonucudur.

- 12 Eylül Darbesi, bu anlamda bir yeniden dizayn projesi midir?

Evet, özellikle 1961 Anayasası ile hesaplaşması gerçeği de önümüzdeyken. 1970’ler boyunca sağ kanat siyasetçiler, hep anayasanın yürütmeyi kısıtlayan yanlarından şikâyetçi oldular ve mümkün olan zamanlarda anayasayı yürütmeyi güçlendirecek biçimde bütünlüğünden uzaklaştıracak hukuki operasyonlar yaptılar. Onlara göre, 1961 Anayasası, Türkiye’yi yönetilemez hale getirmişti. 12 Martçı generaller de aynı fikirdeydi. Ancak her şeye rağmen, 1970’lerde toplumsal muhalefetin çok güçlü oluşu ve hükümetlerin göreli zayıflığı, hukukî yapıyı istedikleri yönde dönüştürmelerine engel oldu. Bu yönde ortak bir toplumsal irade ve onay üretemediler. Lakin 12 Eylül iktidarı, bütün toplumsal iradenin yerine kendisini ikame ederek, 1961 Anayasası’nın antitezi sayılabilecek bir Anayasa ve siyasî rejim inşa etti.  12 Eylül rejimini inşa edenlerin 1961 Anayasası ile kurdukları yegâne paralellik, o anayasadaki vesayet kurumlarının daha da kuvvetlendirilmesinden ibaretti. Öte yandan ideolojik olarak 1960 darbesinin ana fikrinde mündemiç olan sol Kemalist iradeyi tamamen sağ Kemalist bir irade ile ikame ettiler.

‘Taşradaki Hıristiyan nüfus 80 darbesiyle eridi’

-Azınlık politikaları söz konusu olduğunda, genellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarına referans veriliyor, fakat azınlıkların nüfusundaki esas düşüş 64’ten başlayarak, 80’e kadar olan süreçte yaşanıyor. Azınlık nüfusunun erimesine yol açan nasıl bir ortam var bu dönemde?

1963’ten itibaren tırmanan Kıbrıs krizi, Türkiye’de gayrimüslimleri tasfiye etme pratiğini yeniden hatırlattı. Askerî yönetimin ve 1965’e kadar hükümet eden bürokratik kabinelerin gayrimüslim alerjisi, militarist bakış açısının Marmara ve Ege adalarında hâlâ gayrimüslim vatandaşların yaşıyor oluşunun “millî güvenliği tehdit ettiği” yönündeki saplantısı, bu pratiğin hayata geçirilmesinde başlıca amillerdi. 1967 krizi ve 1974 Kıbrıs harekâtı, bu algıyı daha da pekiştirdi. Özellikle Rum Ortodoks vatandaşların dışarıda “düşman” olarak bilinen unsurların içerideki uzantısı gibi görülmesini kolaylaştırdı. Buna bir de ASALA eylemleri eklenince, kitleyi gayrimüslim vatandaşlar aleyhine kolayca manipüle edebildiği araçlar, yönetenlerin ellerine geçmiş oldu. 1980 darbesi de buna tuz-biber ekti ve askerin kendilerine bakışı konusunda fevkalâde deneyimli olan bakiye halinde kalmış gayrimüslim vatandaşların, siyasi göçmenlerle birlikte yurtdışına çıkışları iyice hızlandı. Taşradaki Süryani ve Süryanilere göre çok az sayıda kalmış Ermeni nüfusun dramatik biçimde eriyişi 1980 darbesiyledir.


YÜKSEL TAŞKIN: ‘AKP, çok büyük siyasi dönüşümlerden ziyade, koşulların yönlendirdiği bir parti’

- Türkiye siyasi tarihinin son 30 yılının tarihçi perspektifiyle yazılmasına pek rastlamıyoruz, sizce bu neden kaynaklanıyor?

Türkiye tarihinin son 30 yılını bırakalım, 50’lerden başlayarak tarihin detaylı olarak araştırıldığı çalışma sayısı çok az. 60’lar ve 70’lerdeki bu eksikliği, insanların genel o döneme yaptıkları duygusal yatırımlardan sıyrılamamasına bağlıyorum. Hele ki 70’ler, bir çalışma alanı olarak çok büyük eksiklikler içeriyor. 80’lerden itibaren ise siyasi tarihi kültürü için içine katmadan yazamıyorsunuz ve artık bu dönemler için böyle çalışmalara ihtiyaç var.

- 80 darbesinden sonra Turgut Özal’ın Başbakan seçilmesinden sanki bir anda 90’lara geçiyoruz tarihi anlatırken. O arada neler oluyor?

O dönemde Türkiye’de çok büyük bir dönüşüm var. Tam da Özal’ın rakiplerini yendiği bir dönemden bahsediyoruz.  O dönemde Özal, Türkiye solunun meydan okumalarını alt etti ve Türkiye sağını şehirleştirdi. Kültür alanında galip geldi. Televizyonda arabeskin olması sorun değildir dedi ve haklı çıktı. Siyaseti biraz Amerikan tarzı popüler kültür öğeleriyle doldurdu. Köprüden geçerken çekilen video bu açıdan çok önemli bir semboldür. Birçok insanın hatırladığı gibi, kültürel alandaki sol diskurun mağlup edildiği büyük bir değişime sol açtı. Bunun başrolünde de Evren değil, Özal var bence.

- 12 Eylül Darbesi’nin ‘siyasal İslam’ın önünü açtığı halen tartışılan bir olgu. Bunun gerçeklik payı var mı sizce?

12 Eylül, ‘Türk İslamı’nın önünü açtı. Aydınlar Ocağı’nın fikir babalığını yaptığı bir İslam anlayışı bu. Fakat onun önünü açtığı yoldan farklı bir düzlemde ilerledi siyasal İslam ve 12 Eylül’ün İslam’ının şu anda bir karşılığı yok. Bu dönem zaten dünyada dinin yükselişte olduğu ve Türkiye’de de İran Devrimi, Afganistan’da Sovyetler işgaliyle mücadele ve Filistin mücadeleyle birlikte siyasal İslam’ın büyüdüğü söylenebilir. Ayrıca aynı dönemde, Türkiye’de bir iç savaş var, böyle dönemlerde din zaten yükselişe geçer.

- Bu anlamda, SHP’nin boşalttığı siyasi alanı siyasal İslam’ın doldurduğu tezi doğru mudur?

SHP, İslamcılar dışında toplumun bütün ezilenlerinin ve mağdurlarının toplandığı bir yer. Fakat ortak bir dil yaratılamıyor ve DYP ile girdikleri koalisyonu bir türlü bırakamamaları onlara büyük zarar verdi. Merkez sağın bu dönemde yolsuzluğa batması ve merkez solun da onun ortağı olarak görülmesi, siyasal İslam’ın yükselişini gerçekten etkiledi. Ancak er ya da geç siyasal İslam’ın bir yükselişi olacaktı, bu sadece kolaylaştırdı.

- AK Parti’nin çevreden gelip merkezi ele geçirdiği açıklaması sıkça yapılıyor, fakat bunun gerçekten 12 Eylül’den bugüne geçen tarihi bir açıklama gücü var mı?

Şu anda AKP, MHP ve CHP’nin aynı kesimden beslendiğini söyleyebiliriz ve bu da, bize bu kullanımın ancak siyaseten bir anlamı olabileceğini gösteriyor. Bu anlamda da, bugün baktığımızda açıklayıcılığını yitirdi bence. Fakat şöyle bir gerçekliği de var ki, AKP gerçekten çevreden gelerek, kuvvetli Kemalist bir damara sahip olan merkez sağı yenilgiye uğrattı ve siyasetin dışına itti. Yine de Türkiye gibi göçle kurulan bir devlette, yani herkesin birlikte şehre geldiği ve siyaset yaptığı bir ülkede bu teorinin çok geçerli değil. Elbette ki Kemalistlerin kurmak istediği bir kültürel aristokrasi var, fakat bu da, 50’lerden itibaren hızla düşüşe geçiyor. Bu sebeple, bütünüyle alakasız olmasa da, daha farklı teorilere ihtiyacımız var bence.

- Merkez sağdaki Kemalizm’in yenilgisinden yola çıkarsak, Türkiye’de Kemalizm inceldi ve etkisini yitirdi mi?

70’lerde Kemalist olan merkez sağ da sol da geleceği kendinde görüyordu. 80’lerde ise bu Kemalist algı, başka kesimler tarafından yenilgiye uğratıldı ve bir anlamda halı altlarından çekildi. Bu durum, AKP’yle birlikte daha da güçlendi. Yaşanan ise tam bir hayal kırıklığı ve tepkisellik. Hem merkez sağ hem de merkez solda yaşandı bunlar, çünkü her iki kesimde siyaseten işsiz kaldı. Türkiye siyasetinden İsmet Sezgin gibi seküler, çocukları Cumhuriyet okuyan sağcı siyasetçi tipolojileri kayboldu ve baba ocağına dönerek CHP’ye katıldılar. CHP’nin bir zamanlar Adalet Partisi’nin seküler tabanının yoğunlaştığı kıyı kesimlerinden bu kadar yüksek oy alması bu sebepledir. Dolayısıyla Kemalizm’in yaşadığı da böyle bir hayal kırıklığı aslında.

- 90’lar, Kürt hareketi için ne anlama geliyor?

Kürt hareketinin bir siyasi hareket olarak ortaya çıkışı 90’larda oldu. Bu hareketlenmenin karşılığında, 91’deki DYP-SHP koalisyonunun ‘Kürt realitesini tanıyacağız’ dediği ve 93’te başbakan olan Tansu Çiller’in dahi ‘Televizyonda günde 2 saat Kürtçe yayını’ vaadinde bulunduğunu daha pragmatik söylemlerin olduğu bir dönem var. Fakat sonunda baskın çıkan asker-emniyet bürokrasisi oluyor. O dönemde Coşkun Kırca, ‘Çiller’deki değişim mucizevi’ açıklaması, tam da buna işaret ediyor. Bunun üzerine devlet Kürtlerin üzerine muazzam bir sertlikle gidiyor ve aynı şekilde cevap alıyor bir dönem. Ve bunun sonucunda on binlerce insan ölüyor. Bölgede neler olduğunun ve devletin neler yaptığının tam olarak aktarılmadığı ağır bir sansür dönemine giriliyor bu dönemde. Ancak sonuçta, bu baskı, katılım düzeyinde olmasa da sempatizan düzeyinde Kürt hareketinin çok güçlenmesine sebep oldu.

- 12 Eylül’de olduğu gibi 28 Şubat’ın bir ‘toplumsal meşruiyet’ zemini var mıydı sizce?

Bence 28 Şubat, bunu seküler kesimlerde ve medyada bile tam anlamıyla sağlayamadı. Seküler kesimden bazıları, demokratikleştikleri için, bazıları artık bu yöntemin işe yaramayacağını düşündüğü için bu darbenin çok da arkasında durmadı. Toplum bir şekilde siyasetin içinde çözüm üretmeye çalıştı. Yozlaşan merkez sağa karşı, DSP ve MHP’yi denedi, fakat olmadı. Keza medyada da, tam bir destekten ziyade, duruma göre pozisyon alma durumu var. Zaten bir paşanın 28 Şubat’tan sonraki dönemde, ‘Bu medyayla darbe olmaz’ itirafı bile bize bir şeyler anlatıyor. Aslında bu toplumla darbe olmaz demeye çalışıyor. Alıştıkları toplum mühendisliği yöntemlerinin tutmadığı yönünde dehşetengiz bir itiraftır. Artık darbeye böyle bir destek yok.

- CHP’nin özellikle 28 Şubat’tan sonra merkez soldan ulusalcılığa kaymasının sebebi de bu mudur?

Bunun kökeni, Turan Feyzioğlu’nun Cumhuriyetçi Güven Partisi’ne dayanıyor. Daha tepkisel bir Kemalizm’i temsil eden bu parti, şuna kızıyordu: ‘Sandıktan hep merkez sağ çıkıyor’. Bu sebeple demokrasiden korkarak otoriterleşen bir eğilimleri vardı. 60’lardaki bu eğilim, 90’ların sonlarında ve 2000’lerde ‘eski demokratlar’ diyebileceğimiz merkez sağın da katılımıyla Deniz Baykal’ın CHP’sinde yeniden dirildi. Sebep, ‘demokrasi oyununda kaybetme korkusu’. Ancak Türkiye’nin toplumsal dinamizmi bunu kabul etmedi ve CHP, farklı bir mecraya geçmeye çalışıyor.

- 90’lardaki Milli Görüş geleneğinin AK Parti’den farkı nedir?

AKP kurulurken bazı pragmatik tercihler yapıldı. Bu tercihlerin kaynağı da genel olarak MÜSİAD’dı. Bunun ne anlama geldiğini, bir MÜSİAD temsilcisinin ‘Biz Anadolu kaplanı mıyız, Erbakan’ın eşeği miyiz?’ çıkışı çok iyi açıklıyor. Anadolu’daki sermaye sahipleri artık Erbakan’ı istemiyor, çünkü sürekli devletle çatışma halinde. Daha yumuşak ve pragmatik siyasete yapacak bir partiye ihtiyaç duydular. AKP de buna uyumlandı. Dolayısıyla AKP, çok büyük siyasi dönüşümlerde ziyade, koşulların yönlendirdiği bir partidir.

- Peki, AK Parti neden bahsettiğiniz pragmatik ittifaklarından koptu?

Bir ferahlama yarattıklarının farkına varınca devlete yerleşinceye kadar bu siyaset tarzı sürdürüldü. Belirli bir yerden sonra, 2007-2008 döneminin ardından, artık kültürel ve ekonomik statükoyu zorlamaya karar verdiler. Bu süreçte güçlendikçe, iki müttefiği geride bıraktılar. Birincisi liberaller, ikinci ise Cemaat. Bu iki kesim de, uluslararası düzeyde AKP’nin tanıtımını ve iletişimini yapan kesimler. Bu kesimler uzaklaşınca, AKP’nin kendi yapısı bocalamaya başladı. AKP’nin içindeki İslamcıların da Gezi’yle başlayan süreçte Erdoğan’a ‘yanlış yapıyorsun’ diyememesi bu bocalamanın etkisini arttırdı.

‘80’lerde Ermeniler ‘en korkunç öteki’ haline geldi’

- 80’lerden 2000’lere gayrimüslimler için nasıl bir dönem?

ASALA saldırıları haberleri üzerinden Ermenilere yönelik bir kriminalizasyon dönemi yaşanıyor 80’lerde. Zaten toplumun bilinç dışında Ermenilerin kodlanması da malum olduğundan, bu kimliğin kapatılması gibi bir durum görünüyor. Ermeniler, medyanın haberleri işlemesiyle Ermeniler ‘en korkunç öteki’ haline geliyor ve ‘Ermeni meselesi’ni tartışmak imkansız hale geliyor. Fakat 90’larda Soğuk Savaş döneminin bitmesi ve Kürt hareketinin açtığı yol, Türkiye’de kimlikler üzerindeki baskının nispeten hafiflemesine yol açıyor. Kimlik meselelerinin konuşulmaya başlaması, 90’ların sonunda gayrimüslimler hakkında konuşulmasını da beraberinde getirdi. Bazı tarihçilerin bu mevzudaki çıkışları ve ‘Ermeni meselesi’nin uluslararası sorun haline gelmesiyle, özellikle 2005’ten başlayarak, bu durum konuşulmaya başlandı artık. Ancak bu durum, derin devleti çok ürküttü ve bu yüzden, bilinen bir yönteme başvuruldu. Karşı tezler üretilmeye çalışıldı, fakat işe yaramadı, hatta tam tersine meseleyi kendi elleriyle ısıttılar. 

Kategoriler

Güncel Gündem