Fatma Hazan Türkkol, annesinin kıyafeti sebebiyle okulda ‘ders materyali’ olmasından, kendi başörtüsü sebebiyle üniversiteden atıldığı süredeki 23 Nisanları anlatıyor.
FATMA HAZAN TÜRKKOL
Sınıfta 50 kişiyiz. Herkes 3 kişi oturuyor. Ben en arkadayım, biz iki kişi oturuyoruz Sevgi’yle. “Boyumuz hepsinden uzun” diye açıklıyoruz birbirimize. “Teneffüs bitince içeri girmeyin çocuklar” diyor öğretmenimiz, “23 Nisan provaları yapılacak”. Sınıfta bir mutluluk. Arkadaşlarım sıraya giriyor. Ben okula çıkan merdivenin 3. basamağında oturuyorum. Çocuk aklı işte, hepsini birden görebildiğim yer 3. basamak… Onların arasında değilim, tek başıma merdivenlerden izliyorum. Eğilip kalkan, ellerini çırpıp etrafında dönen arkadaşlarım, hoplayıp zıplıyor. Ben kutlamalarda yokum. Çünkü annem başörtülü ve kutlamaları izlemek için gelse de okula alınmayacak. Eğer kutlamalarda rol alırsam kapıda “huzursuzluk” çıkartabilir. “Ben de çocuğumu izleyeceğim” diye diretebilir. Sonra “zehir” olur herkesin bayramı…
Zil çalıyor, içeri giriyoruz. Sanki o basamakta oturup kalan bir öğrencisi yok öğretmenimizin. Her şey çok doğal, normal… Sınıf tahtamız siyah. O klasik kara tahtalardan. Kocaman bir dikdörtgen. 2. dersin gelmesini hiç istemiyorum. İçim sıkılıyor. Çünkü her Hayat Bilgisi dersinde tahtaya kalkıyorum. Tahtanın üst köşelerine çakılmış çivilerden nefret ediyorum. Sanıyorum ki, onlar olmasa başıma gelen, gelmeyecek! Sanıyorum ki, tüm suç onların. O demir parçaları batıyor içime her defasında. Öğretmenimiz ahşap, yeşil boyaları soyulmuş sınıf dolabından iki rulo çıkartıyor. İki çıta arasına gerilmiş bez pankartlar. Birinde başında fes elinde tespih olan sakallı bir erkekle siyah çarşafı olan bir kadın; diğerinde takım elbise giymiş, başına fötr şapka takmış bir erkekle, etek ceket giymiş, saçları kısa kesilmiş bir kadın var. Ben aralarında, tahtada duruyorum. Anneannemin ördüğü beyaz dantel yaka, siyah önlük var üzerimde. Etek boyu dizimin altında, beyaz çorabım bacaklarımı kapatıyor. Uzun saçlarım süslü mü süslü… Öğretmenimiz derse başlıyor, “Atatürk’ümüz fesi, kara çarşafı kaldırdı. Yerine çağdaş kıyafetler getirdi. Ama Fatma arkadaşınızın annesi hâlâ kara çarşafla geziyor, babası çember sakallı”… Yedi yaşındayım. Annesinin güzel kızı, öğretmeninin ders anlatma materyali olarak her günün 2. dersinde, aynı pozisyonda tahtada bekliyor… Üstelik bu tam 3 ay boyunca böylece sürüyor… Bir gün artık ezberlediğim cümleler tam bitmişti ki, öğretmenime “Sana ne?” diye bir söz çıkıverdi ağzımdan. Öğretmenim yüzüme baktı bir müddet, hiçbir şey söylemedi. Zil çaldı, teneffüse çıktık. Büyük bir suçluluk hissiyle kıvrandırdı ilk protestom beni. “Öğretmenine, büyüklerine saygılı ol” diye tembih eden annem için hayal kırıklığı olacağım diye uzun süre anlatamadım başımdan geçeni. Nasıl söyleyebildim diye uzun uzun kendimi düşündüm. Sevgi, tek arkadaşım, başını eğer hep kucağına bakardı ben tahtadayken. Arkasında pembe bir uçurtma sallanan kalemiyle oynardı… O gün, ilk sivil itaatsizliğimi yaparken gözlerime bakmıştı. O yüzden hiç unutmadım onu, bana bakışını, başını kaldırmış olduğunu hiç unutmadım…
23 Nisan seremonisinden hemen sonra anneler günü için hazırlık yapılmaya başladı. Annelerimiz sınıfa gelecek, şarkı söyleyeceğiz, şiirler okuyacağız… “Herkes bir tane gül getirsin” demişti öğretmenimiz. Tüm sınıf tahtaya kalkacak, koro halinde şarkıyı söylemeye başlayacağız, sonra şarkının “Sevgi dolu türkülerle annemize verelim” kısmına geldiğimizde annelerin olduğu tarafa doğru atacağız güllerimizi… Peki ben? Öğretmen abimi çağırdı, bir çözüm bulunmalıydı. Aynı okulda 4. sınıfa giden abim, velim olarak sınıfa geldi, benim için bulduğu formülü açıkladı bize. Gül getirmeden olmazdı, o gün gül getirecektim, en arka sırada durup şarkının o kısmına geldiğim de öyle ileri doğru atıverecektim. “Öyle ileri doğru atıvermek” cümlesi çözmüştü öğretmenimin sorununu. Gülü götürdüm okula, annem bir de beyaz kurdele bağlamıştı sapına. Ama atmadım. Karmaşaya karışıp çantama koydum, atıvermediğim için suç işlediğimi düşünüyordum yine… Aslında hepimiz her şeyin farkındaydık. Ben 3. basamaktan sınıfın sırasına bakıp, içlerine dâhil olmadığımı düşünmemek için oyalarken kendimi, annem kendisine dönecek gülü süslüyordu…
Sonra büyüdüm, artık başka sorunlarım vardı ama hepsi halen okulla ilgiliydi. Başörtüsü yasaktı mesela sınavlarda. Eğer sınava girmek için ısrar edince, “huzursuzluk” çıkmasın, diğer öğrencilerin morali bozulmasın, sınavları “zehir” olmasın diye uyarılmadan iptal edildi sınavlarımız. Annem kapıda bekliyordu yine…
23 Nisan’da, bitişik okulun bahçesinden kutlama sesleri gelince basamaklar aklıma geldi. Arkadaşım Sevgi ve uçurtma takılı kalemi… Bu ülkeye ait bayramlar herkesin bayramı olamamıştır hiç, sınıflar herkesin sınıfı da değildir, yoksulluk, yoksunluk, ötelemenin ne olduğunu hep benim gibi öğrenmiştir çocuklar. İster istemez öğrenmiştir en arka sırada durup gülünü de elinde sıkı sıkı tutmayı…
Ben 23 Nisan’ın çocuk bayramı olduğu ülkenin öğretmenlerinden, hayatıma iyi gelecek bir şey öğrenmeyen çocuklardanım. Gülümü eve getirirken de, sınıf tahtasında her gün 2. derste aynı cümleleri dinlerken de, başörtüsü yasağından üniversiteden atılırken de, başka bir ülkeye kaçarken de, “Kim olursa olsun haksızlık, saygısızlık etmeyin, ideal sahibi olun” diyen kadın öğretti bana hayatı. O okulun kapısından giremeyen, çocuklarını okul sırasında göremeyen kadın… Çağdışı bulunan kıyafete sahip kadından, annemden öğrendim ötelenirken yürümeyi, ötelenenin elinden tutmayı, dost edinmeyi… Çünkü “herkes kendisi gibi güzel”di annemin hayatında…
23 Nisan benim bayramım olmadı hiç, kalbimi erken büyütmenin aracı oldu yalnızca. Balon, neşe, eğlenceyi de hatırlattığı bir zaman hiç olmadı… Annemi, Calimero’yu, Sevgi’yi, 3. basamağı hatırlatır bana her zaman. Yani kocaman şeyleri…
Notlar:
1. Sözü geçen okul ve bulunduğu il yeni ötelemelere fırsat vermek istenmediğinden yazılmamıştır.
2. Calimero başında kabuğuyla dolaşan, sürekli haksızlığa uğramasına rağmen, devamlı iyilik yapan çizgi film kahramanı.